Laiklik neden çok önemli ve zor bir konu?

  • 13.11.2020 00:00

 Meraklı okura yönelik hükümet sistemleri ve demokratikleşmeleri konulu yazı dizisine, ‘laiklik’ ile devam ediyorum. On beşincisi de aynı konuda olacak. Okuyacağınız yazıda Türkiye’ye değinmeyip bizde laikliğin gelişimini ve sorunları Osmanlı-Türk anayasacılığından hareketle, sonraki yazılara bırakacağım.

1982 Anayasa’nın ikinci maddesinde Cumhuriyet’in temel niteliklerinden biri olarak yer verilen laiklik ilkesi, demokratik sistemlerin olmazsa olmazı. Bu nedenle ‘yeryüzünde laik/seküler olmayan bir demokrasi yok’ cümlesini defalarca kurdum. Ancak bu ifadeyi okuyan bir sosyal bilimci ya da kamu hukukçusu hemen itiraz edebilir ve itirazında haklı noktalar da bulunabilir. Örneğin, “Nereden çıkardın, Fransa ve Türkiye dışında laik devlet var mı?” ya da “Sekülerlikle laikliği aynıymış gibi gösteriyorsun ama değil” diyebilir. Bu nedenle söylemek istediğimi biraz açmak istiyorum.

Laiklik çok zor bir konu, evet. Yalnızca Türkiye için değil, demokratik sistemler bakımından da zor. İnançlar, o inançların niteliği, tarihsel evrimi, devletlerle kurduğu ilişki, bir inancın hangi düzeyde ve adla kurumsallaştığı ya da kurumsallaşmadığı, devletlerin ve toplumlarının din ile ilişkisi üzerinde belirleyici. Hem devlet örgütlenmesini, hem devlet yurttaş ilişkisini, hem de yurttaşlar arasındaki bağları ilgilendiren tarafları var.

Bir de Türkiye gibi ülkelerin yaşadığı ‘nakil’ sorununu eklemek gerekir. Nihayetinde klasik demokrasinin kuralları, hükümet sistemleri, insan hak ve özgürlükleri denilen alan ‘Batıda’ doğup gelişti. Bugün demokratik sıfatıyla anılan sistemler de hepi topu üç dört ülkenin tarihsel gelişiminde ortaya çıkıp dünyaya yayıldı. Yayılırken her ülkenin ‘özgül’ nitelikleriyle yoğruldu ve ister istemez, az ya da çok değişiklik geçirdi.

Bu nedenle, örneğin hiçbir parlamenter sistem birbirine tümüyle benzemiyor, buna mukabil ‘ana ilkeler’ elbette ortak. Yani, işin bir de ‘özü’ var. Karşılaştırma, bir kurumu ve olguları anlamak için kuşkusuz gerekli ancak karşılaştıranın teknik ayrımlar içerisinde nefessiz kalmasına neden olmamalı. ‘Karşılaştırılanlar’ arasındaki ortak niteliklerin tespiti bu nedenle önemli.

Laiklik uygulamaları için de aynı şeyi düşünmek mümkün. Türkiye’de bir ara laiklik-sekülerlik ‘ayrımı’ üzerinde o kadar çok duruldu ki (akademik çabanın yanında kuşkusuz bir siyasal taleple de ilgiliydi bu) ortak niteliklerinin ihmal edildiği yetmezmiş gibi, vardığımız yerde sen sağ ben selamet, ikisini de arar olduk!

Konunun uzmanlarını kızdırıp had aşmadan, daha anlaşılır hale getirme isteğiyle biraz ‘sözcük’ üzerinde duralım. 

İngilizce-Fransızca bir sözlükte ‘seküler’in karşısında ‘laik’ yazar. Latincedeki ‘laicus’tan türeyen sözcük, Türkçeye Fransızcadaki ‘laik’ sıfatından geçmiş. İsim hali, laisite. ‘Dine/kiliseye ait olmayan’ anlamına geliyor. Bir başka deyişle, ‘dünyevi alana ait’. ‘Laisite’ ve ‘laisizm’ arasında da fark var. Laisizm ile daha ziyade laik niteliklere sahip olmayan bir toplumu laikleştirmek için öngörülen ‘program’ kastediliyor gibi. Felsefi planda ise anlamı laik eylem ve düşünceye bağlılık. 

Eski Yunan’da ‘laikos’, ‘halktan olan’ demek. Yukarıda söz ettiğim ‘laicus’ Ortaçağ Kilise Latincesinden. Birlikte düşünüldüğünde, din adamı olmayan, ruhbana/kiliseye ait olmayan, yani ‘halktan’ anlamında. Sekülerlik, Latince ‘saeculum’ (yüzyıl) sözcüğünden türeyen ‘saecularis’ten geliyor ve ‘yüzyıla ait olan’ demek. Bu dünyaya aitlik. 

Laik ülke olarak her zaman Fransa, sekülerlik içinse daha ziyade İngiltere örnek verilir. Bana kalırsa bu örneklendirme, iki kavram arasında büyük fark olduğu değil, Fransa’nın ve Anglosakson geleneklerin tarihlerinden kaynaklanan başkalıkların neden olduğu din-devlet-toplum ilişkisini betimlediği anlamına gelir. Sekülerlik, dinsel kökenli örf-âdet ile laik hukuk kurallarının ‘yoğrulduğu’ bir toplumsal düzen hedefini anlatmak istiyor olsa da, ikisi arasında keskin hatlar çizmenin anlamlı olmadığı kanısındayım.

Laiklik kavramının/olgusunun zaman içinde yaşadığı değişim, ‘kilisenin’ dönüşümü ve dünyevi iktidar üzerindeki hâkimiyetinin güçlenmesiyle ilişkili. Haliyle, Hıristiyanlığın tarihsel serüveni, teolojisinin (felsefesinin) durakları ve nihayetinde yalnızca manevi yönden değil, ‘maddi’ açıdan da palazlanan Kilise’nin iktidar üzerindeki iddialarıyla bağlantılı. Kilise iktidar savaşına girdikçe Hıristiyanlığın da rengi, dili değişti. Hz. İsa’nın “Sezar’ın hakkını Sezar’a, Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya verin” ilkesinden, Konstantin tarafından devlet dini (MS 313) kabul edildiği döneme varıldı… 

Ardından, papalar ile imparatorların güç savaşı, yabancı istilaları sonucunda siyasi birliklerin parçalanarak ‘feodal’ siyasal düzenlerin doğumu, bu düzen içinde zayıf düşen hükümdarların Papalığı sürekli yardıma çağırıp kilise otoritesinin güçlenmesine neden olmaları, siyasal/ekonomik koşullar altında ezilenlerin ‘cennet vaadine’ sarılması, ruhani iktidarın dünyevi iktidara üstünlüğünü iddia eden kilise doktrininin gelişmesi (özellikle Aziz Paul ve Aziz Augustinus’un öğretileri)…

13. yüzyıl civarında laik düşünce hâkim olmaya başladı. Yeni bir sınıfın, burjuvazinin serpildiği süreçte. Özellikle Kuzey İtalya ve Almanya’da ‘laik komünler’, laik düşüncenin gelişimine azımsanmayacak katkı sunarken, feodalitenin gerilemesiyle dini görüşleri de giderek güç kaybediyordu. Burjuvazi, geliştiği dönemde hükümdarlarla işbirliği yaparak feodal kurumlarla mücadele etti ve sonunda kazandı. Tabii birkaç asırlık bir savaştan söz ediyorum, iki günde olmadı hiçbir şey. Epeyce dinsel çatışma yaşandı, kan döküldü. Ayrıca laikliğin güçlenmesiyle, kapitalizmin gelişmesi arasındaki somut ve doğrudan ilişkiyi gözden uzak tutmak olanaksız.

Bu ilişkiye dair Mehmet Ali Kılıçbay’dan konuyu derleyip toparlayan satırlarından kısa bir alıntı yapmak istiyorum: (Cogito, Laiklik, 1994)

“…Kapitalizm, üretimin doğanın üretkenliğinin bir sonucu olduğu kavrayışını reddetmek zorundadır. Çünkü Antikitenin  ve feodaliteyle çakıştığı kadarıyla Ortaçağın, maddi ürünleri doğanın cömertliğine bağlamaları, iktisat ile tanrısal lütfu birleştirmektedir. Böylece tanrılar ne kadar verirse, insan onunla yetinecektir ve maddi kürenin kendine özgü bir dili olmayacaktır, çünkü iktisat yoktur. Oysa kapitalizm birçok özelliğinin yanı sıra, kâr hadlerinin düşme eğilimi karşısında, olmazsa olmaz bir ilke olarak, birim başına üretkenliğin artırılmasına kökten bağlıdır… O halde, maddi dünyanın kendine özgü söylemini oluşturmak gerekir. Bu açıdan, kapitalizmin oluşma ve kendini kanıtlama tarihini, maddi kürenin özerk bir alan olarak inşa tarihi olarak da okumak mümkündür.”

Yeni sınıf ve üretim biçiminin etkisiyle gerçekleşen keşifler, yeni sermaye birikim modelleri, yeni düşünce akımlarının ve tabii düşünürlerin doğumu. Batı düşüncesine, sanatına ve siyasal gelişmelerine yön veren en önemli durak herhalde Rönesans ve Reform hareketlerinin başlaması, kilise dogmalarının yerini giderek ‘aklın’ alışı oldu. Luther, Calvin ve Munzer; ama özellikle Luther’in adıyla özdeşleşen Protestanlığın ortaya çıkışı. Dönemin büyük düşünürü Machiavelli’nin Prens’inde, Floransalı kâtibin hükümdara tavsiyelerinin artık dinle pek ilgisi yoktu. 

Bodin’in, More’un, Hobbes’un, Grotius’un düşüncelerinde, dinin devlet üzerindeki belirleyiciliği terk ediliyordu. Bunlara 17. yüzyıldan itibaren giderek itibar kazanan ‘akılcılığı’; Descartes’ı ve Voltaire’i, 18. yüzyıl Ansilopedistlerini, Diderot, D’Alembert, Rousseau’yu ve nicelerini eklemek gerekir. Ve tabii, ‘egemenliği’ gökyüzünden yeryüzüne indirip burjuvazi bakımından son derece kullanışlı bir soyut kavrama/varlığa (ulus) emanet eden Fransız Devrimi. Peşi sıra, milliyetçilik. 19. yüzyılda, özellikle sosyalist düşüncenin dönüştürücü gücü, Marx ve Engels.

Uzun lafın kısası, laiklik düşüncesi Batı’da uzun süren mücadelelerin sonucunda gelişti. O dünyanın kendi koşullarının, tarihinin ürünü. Onca uzun yolda elbette değişti, dönüştü, farklı yorumları oldu. Önce, resmî din anlayışı sürse de devletler mezhepçiliği terk etti, sonra devlet dinleri kaldırıldı, ardından hukuk kuralları ve toplumsal yaşamın dinsel kurallar ile ilişkisi kesildi, ya da zayıflatıldı. Buna mukabil söz konusu aşamalar da birörneklik içinde meydana gelmedi. Ülke gelenekleri, tarihleri, hâkim inancın nitelikleri belirleyiciydi.

Örneğin ‘laik’ Fransa, Devrim’in ardından (1516’da devlet dini Katoliklik olarak kabul edilmişti) din ile ilişkisine giderek mesafe koydu ve devlet dinini reddetmişti. Napoleon döneminde geri dönüşler yaşansa da, 1830 Anayasası’nda bu konuda hükme yer verilmedi. 1848 II. Cumhuriyet Anayasası’nda Katolik dininin izleri vardı. 19. yüzyılın sonuna doğru eğitimde laikleşmeye hız verildi ve meşhur 1905 ‘Ayrılık Yasası’ (Loi de Séperation) ile Kilise ve devlet birbirinden tümüyle ayrıldı. Şu aralar Fransa’da Macron tarafından yeniden gündeme getirilen yasa, 1905 yasası. 

Ayrılık Yasası’na göre Cumhuriyet hiçbir dini tanımaz. Devlet tüm inançlarla arasına mesafe koymuştur. Ama bu mesafe, örneğin dini bayramların kabul edilmesini engellemedi (md.42).    

Almanya’da 1949 Temel Yasası (anayasa), 1919 Weimar Anayasası’nın din-devlet ilişkisine dair düzenlemelerini olduğu gibi aktardı. Anayasa’nın ‘devlet kilisesi yoktur’ ifadesi ile başlayan 136. ve devamındaki maddelerinde devlet ile çeşitli cemaat toplulukları arasındaki ilişkiler yer alıyor. Anayasa ile tanınmış bir devlet dini/resmî din yok. Weimar’dan gelen hükümlerin Alman devletinin demokratik-hukuk devleti niteliklerine halel getirmediği, bir inancın tarafını tutan adaletsiz hukuk uygulamalarına yol açmadığı, herkesin yasa karşısında eşit kabul edildiği (md.3) tahmin edilebilir.

Hükümet sistemleri bahsinde anlattığım diğer ülke ABD’de, resmen tanınmış bir din yok. 1791 yılında gerçekleştirilen ‘İlk Ek’e (First Amendment/anayasa değişikliği) göre Kongre, “…bir dinin kabulü ya da yasaklanması, söz ya da basın özgürlüğünün kısıtlanması, yurttaşın barışçıl toplantı ve dileklerini yönetime ulaştırma haklarını” yasaklayacak bir yasa kabul edemez. Yedinci Ek’e göre de, memuriyete girişte dinsel farklıklar göz önünde bulundurulmaz. 

Burada, laiklik ile sekülerlik kavramları arasındaki ayrımın keskin olmayan niteliğine dair ilginç bir örnek olarak, Mülkiye’deki siyaset bilimi hocamız rahmetli Bülent Daver’in ‘Türkiye Cumhuriyetinde Lâyiklik’ kitabına atıf yapmak isterim. Bu kitap Türkiye’de laiklik üzerine yazılmış ilk monografidir. Tarihi, 1955. Kitap boyunca sekülerlik sözcüğü yalnızca bir iki kez ve farklı bağlamda geçiyor. O dönemin literatürü içinde Daver, her devlet için yalnızca laiklik kavramını kullandığı gibi, örneğin bir yerde ABD için “Dünyanın en laik devletlerinden” ifadesini kullanıyor. Bu özel kitabı, mesleğe yeni başlayan genç meslektaşlara da hatırlatmış olayım.

Parlamenter sistemin mucidi olan ve seküler devlet dendiğinde ilk akla gelen İngiltere, bu konuda da geleneklerine son derece bağlı! İngiltere’de hükümdar Kilise’nin başı. 16. yüzyılda, altı kez evlenen ve iki eşini idam ettiren Kral VIII. Henry, Papalıkla görünürde (gerçekte, Papalığın elindeki İngiliz toprakları burjuvaziye çok cazip görünüyordu!) ‘boşanma’ konusunda yaşadığı ihtilafın sonucunda Anglikan Kilisesini kurup (resmen 1562) Protestanlığı kabul etti. Hükümdar Kilise’nin de başı. Devletin inançlar karşısındaki yansızlığı ilkesiyle bağdaşmayan bu konum, tümüyle geleneksel bir durum kuşkusuz.

Başkaca örnekler de var. Özellikle monarşilerde. En gelişmiş demokrasilerden ve yürürlükteki en eski ikinci anayasaya sahip (1814) Norveç’te, devletin resmî dini Evanjelik Luteryen (md.2) ve kral bu dine mensup olmak zorunda. (md.4). Ayrıca yarısından fazlasını kralın atadığı bakanlar kurulunun (konsey) en az yarısı da aynı dine mensup olmak zorunda. Yine geleneksel nedenlerle örneğin İspanya’da devlet hiçbir dini kabullenmese de, Anayasa Katolik Kilisesi ve diğer mezheplerle işbirliği esası hükme bağlanmış, ayrıntılar yasalara bırakılmıştır.(md.16/3) Demokrasi dendiğinde akla ilk gelen örnek ülkelerden biri olan İsveç’te ise 2000 yılındaki anayasa değişikliğine dek milli bir kilise vardı ve ‘devlet dini’ Evanjelik Luteryenlikti.

Bunca gevezeliği şu nedenle yapıyorum:  

Örneklerdeki din-devlet ilişkisi farklıkları, aynı ülkelerde inanç özgürlüğünün genişçe tanınıp yaşanmasını da, idarenin muhtelif inançlar karşısındaki mesafeyi korumasını da engellemiyor. Pek çoğu tarihsel gerekçelerle yürürlükte olan, günümüzde sembolik olmaktan öte değeri kalmamış ilkeler. Fakat hepsinde bazı ortak özellikler var. Adına ister ister seküler ister laik denilsin, demokratik devletler tarihleri boyunca yaşadıkları deneyimlerin ardından, din ile arasına mesafe koydu. Kararların ‘gökyüzü’ değil, ‘yeryüzü’ buyruklarıyla alınması gerektiği yönünde oydaşmaya varıldı. Gerek devlet örgütlenmesinde, gerekse devlet ile yurttaş arasındaki ilişkilerde yeryüzü kuralları hâkim oldu.

Bu nedenle yalnızca anayasal kurallara, metinlerin lafzına değil, hükümlerin hangi siyasal ve tarihsel bağlam içinde anlam kazandığına da bakmak gerekiyor. 

Hani yukarıda, İngiltere’de hükümdar aynı zamanda kilisenin de başı, dedim ya… Biri çıkıp “Nerede kaldı peki idarenin yansızlığı ilkesi” sorusunu yöneltebilir. Oysa bu durumun tek gerekçesi, gelenek. Başkaca bir anlamı olmadığından, bu güne dek muhterem Kraliçe, kilisedeki bir ayinin ardından eline mikrofon alıp “Dur ben de bir ilahi söyleyeyim size” demedi. Mesele bu.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums