- 21.10.2018 00:00
Yıllar önce, o esnada büyük baskı altındaki ODTÜ’lü öğrenci ve meslektaşlar için Radikal İki’de kısa bir destek yazısı kaleme almıştım. Yazıda, ODTÜ’yü kınama yarışına giren ve bir kısmının adını bu sayede öğrendiğim gecekondudan bozma üniversitelerin absürt tepkileri ve temel haklardan tümüyle habersiz yöneticilerindeki ‘olmayan hukuk bilinci’ için, “Annemin tavuklarından daha vahim durumdalar” ifadesini kullanmıştım.
Bir kaç hafta sonra yine Radikal’de bir hâkim, Faruk Özsu; Balyoz davasında yeni yargı düzeninin çöküşünü anlatırken, davayı destekleyen ve ‘Bir suçlu kurtulacağına bin masum yansın’ diyen sersemlerin, ‘Murat Sevinç’in annesinin tavuklarıyla aynı seviyede bir hukuki bilince sahip olduklarını’ iddia ediyordu. Annemin tavukları durup dururken hukuksal/siyasi bir tartışmanın konusu olmuştu anlayacağınız!
Bir kaç yıl sonra ODTÜ öğretim üyesi Necmi Erdoğan, Ekim 2015’te Birgün Gazetesi’nde ‘Türkiye bir toplum mu?’ başlıklı bir makale yazdı. Necmi Erdoğan’dan uzunca bir alıntı:
“Toplum basitçe ‘bir arada duran’ veya aynı topraklarda yaşamak ‘zorunda kalan’ insanlar topluluğunun adı değil de, bir dizi insani (siyasal, ekonomik, kültürel, ahlaki, hukuki vs.) kurucu bağ (‘toplumsal bağ’, ‘asabiye’) ile birbirine bağlanmış olan insanların varoluş biçimi demek ise, ‘Türkiye toplumu’ denen şeyin tutunumunu sağlayan böyle ‘pozitif’ normlar var mı?… toplumsal güç ilişkilerinin yarattığı hegemonik denge, mücadele edilirken üzerinde en azından kısmen ortaklaşılan üst kodlar yaratır ki kurucu bağların bunlarda temellendiğini söyleyebiliriz… ‘insanlık onuru’, ‘insana saygı’, ‘özgürlük’,‘adalet’, ‘eşitlik’ ve ‘kardeşlik’ gibi kodları içermek durumundadır…
‘Türkiye toplumunu’ bir arada tutan pozitif bir etiko-politik içerik yoksa, bir arada durduran şey ne peki? Bence buna verilebilecek tek değilse de ana cevap ‘suç ortaklığı’dır. Yani Türkiye bir ‘toplum’ ise, olsa olsa suç ortaklığı toplumudur. Makro ve mikro faşizmin kol gezdiği… saldırgan bir mülk edinici bireyciliğin alenen hüküm sürdüğü, bütün doğal ve tarihsel güzelliklerin arsızca yağmalandığı ve dahi bütün bunlar olurken gündelik hayatın hiçbir şey olmuyormuş gibi devam ettirilebildiği bir yerde negatif de olsa asli bağ suç ortaklığıdır.”
Türkiye toplumu, bir insan kalabalığını toplum haline getiren (ve yukarıdaki alıntıda sayılan) temel niteliklerden büyük ölçüde yoksun hâlde. 1961 Anayasası’nın Başlangıç kısmında (Dünya Savaşı ardından Batı demokrasilerinde son derece nahoş karşılanan milliyetçilik kavramını ne yapacaklarını bilemediklerinden) ‘Türk Milliyetçiliği’ ifadesi, ‘bütün fertleri kaderde, tasada ve kıvançta ortak…’ sözcükleriyle tanımlanmıştı. Anayasa, milliyetçilikten ‘birliktelik’ duygusunu anlıyordu. 1982’deki Başlangıç ise hayli faşizan ve yer yer gülünç bir dille kaleme alınmış olsa da, toplumu oluşturan fertlerin ‘sevinç, keder, nimet ve külfetlerde ortaklığı’na atıf yapmaktan geri durmadı. Ezcümle, toplum olabilmek için ‘asgari birliktelik duygusu’na sahip olunması gerektiği, anayasa yapıcıları tarafından da kabul edilmişti.
Söz konusu birliktelik, yalnızca duygusal değerler/semboller bağlamında anlaşılamaz. Yukarıda Necmi Erdoğan’dan alıntılandığı gibi, ‘asgari’ kültürel, ekonomik, ahlaki, siyasal, hukuki vs. bağlar/ortaklıklar gerekli. Temel bazı ilkelerin varlığı ve gerekliliği üzerindeki uzlaşmadan söz ediyorum. Hem devlet hem toplum yaşamı bakımından.
Burada konuyu biraz daha kendi alanıma çekmek ve daha önce yazdığım, buna mukabil defalarca yinelemekten bıkmayacağım bir ayrımı bir kez daha hatırlatmak isterim.
Belli değerler etrafında bir araya gelmiş insanlardan oluşan toplumu bir arada tutan (kuşkusuz olabildiğince katı ve kalın sınırlar çizersek) ‘üç kural öbeği’ var. Ahlaki, dini ve hukuksal kurallar. Hemen her toplumda var olan, farklılıkların birbirini boğazlamadan yaşamasını sağlayan kurallar. Her biri, tarihsel, felsefi derinliğe sahip tabii.
Üçünün de birbiriyle ‘örtüştüğü’ ve ‘çeliştiği’ yerler, anlar mevcut. Bu yazı açısından, ‘örtüştüğü’ anlar önemli. Farkında olur ya da olmayız, çoğu ‘yasak’ davranış, aslında üç kural öbeğine de aykırıdır. Hukukun suç ya da kabahat olarak düzenlediği fiilleri şöyle bir düşünürseniz, büyük çoğunluğunun diğer iki ilkeye de (dini ve ahlaki) aykırı olduğunu görürsünüz. Hırsızlık, cinayet, istismar vs… Söz konusu fiiller, hem dinlere, hem ortalama ahlak kurallarına, hem hukuk kurallarına aykırıdır.
Buna mukabil hukuk kurallarının diğer ikisinden önemli bir farkı vardır. Arkasında ‘kamu otoritesi’ bulunur. Hâl böyleyken bir insan eylemi, ‘ahlaka’ aykırı olursa toplumca kınanır. ‘Dini inanca’ aykırıysa, o inancın müminleri açısından günah kabul edilir ve asıl yaptırım öte dünyadadır. Ancak ‘hukuk kuralı’na aykırıysa, birey kamusal bir yaptırımla karşılaşır.
Bu ne demek?
‘Günah’ inançlı olanı (laik/seküler sistemlerde), ‘ayıp’ ahlaklı olanı, ‘hukuka aykırılık’ ise kamu düzenini, yani toplumun bütününü ilgilendirir.
Bireyler, hukuk kurallarına uymak zorundadır. Diğerlerine uyup uymamaları ise kamu otoritesini değil, o bireylerle içinde yer aldıkları, yüz yüze oldukları kişi ya da grupları ilgilendirir.
Demek ki bir insan, eylemini ya Tanrı’dan ya toplumdan ya hukuktan, ya da tümünden ‘çekinerek’ belli sınırlar içinde gerçekleştirir. Hiç birinden çekinmiyorsa, bir arada yaşamak için gerekli teyelleri atmak mümkün olmaz. Bu durumda karşı karşıya olunan, yine rahmetli annemden sık işittiğim, ‘Allah’tan korkmaz, kuldan utanmaz’ ifadesiyle tanımlanabilecek insan tipidir. Biz buna, ‘hukuku umursamaz’ı da ekleyebiliriz.
‘Yasa’nın kaynağı ve o yasadan çok daha kapsayıcı olan ‘hukuk’un oluşumu konusunu bir yana bırakalım. Bu yazıda ‘hukuk’ ile kastedilen, yasa/mevzuat olsun. Ezcümle, hukuk devleti idealinden değil, yasa devletinden; hiç olmazsa yürürlükte olan mevzuatın doğru dürüst uygulanmasından söz ediyorum.
Türkiye’nin hiç olmazsa bir ‘yasa devleti’ olma ilkesinden uzaklaşması ve bu durumun toplum ortalaması tarafından kanıksanmış olması, hepimizi o kalabalık ortalamanın ‘toplum üyesi’ sıfatını hak edip etmediği sorusuyla karşı karşıya bırakıyor.
Hukuk bilinci, duygusu, duyarlılığı gibi sözcükleri bu nedenle tercih ediyorum. Elbette herkes hukuk bilmez, bu imkânsız ve gereksizdir. Buna mukabil, asgari adalet duygusuna sahip olabilir, olmalıdır. Bunun için hukuk bilgisine değil, yıllar içinde edinilen insani duyarlılığa gereksinim var. ‘Vicdan’ kavramından ayrı düşünülemez bir duyarlılık.
Sağda solda, ‘vicdan’a vurgu yapan insanları/yazıları küçümser, dalga geçer satırlar görüyor ve şaşırıyorum. Onlara, sosyal medyada bol retivitli boş lakırdıdan fırsat bulduklarında, hukuk tarihi, sosyolojisi, felsefesine dair herhangi bir kitap edinmelerini; eğer bu zor geliyorsa, hiç olmazsa yürürlükteki Anayasa’da vicdan sözcüğünün kaç kez ve nerelerde geçtiğini ‘ara-bul’ tuşu ile tespit etmelerini tavsiye ederim.
Dürüst insanlar, eğer bir toplumun mensubu olduklarını iddia ediyorlarsa hiç olmazsa şu bir kaç soru üzerinde düşünmek zorunda:
Son dönemin ‘en’, hatta açıkça ‘tek’ yetenekli ve liderlik vasfına sahip muhalif siyasetçisi Selahattin Demirtaş (ve tabii diğer HDP’li siyasetçiler) neden içeride? Yıllar önce yapılan ve o dönem takdir edilen konuşmalar nedeniyle, o gün değil de bu gün yargılanmaları ve koşullar değiştiği için hüküm giymeleri, olağan mı?
Enis Berberoğlu hakkında yazılan son derece doğru ve haklı ‘hukuk’ yazılarının onda biri, neden hemen hemen aynı durumdaki Leyla Güven için yazılmadı? Ah sormayın, ırkçılık Avrupa’da çok yaygın ne yazık ki, Batı demokrasileri can çekişiyor!
Osman Kavala neden bir yıldır cezaevinde? Hangi suçlamayla? Hangi gerekçelerle? Hangi iddianameyle?
Nefret ettiğiniz ‘Altanlar’ ve ‘Ilıcak’ın ‘subliminal mesaj’ türü gerekçelerle müebbet hapse mahkum olması, normal mi? Adil yargılama ilkeleri, sevdiklerimiz için mi geçerli? Hazzetmediklerimizin canı cehenneme mi?
Binlerce öğrenci neden cezaevinde? Hangi delillerle tutuluyorlar? Hiç birinin adını dahi bilmiyoruz değil mi? Tek bir örnekle hatırlayalım o zaman: Duruşması 1 Kasım’da görülecek olan İstanbul Üniversitesi öğrencisi Berkay Ustabaş, neden 10 aydır tutuklu sizce? Berkin Elvan’ın cenazesine katılmak, bir suçlama gerekçesi olabilir mi? Peki mahkeme heyetinin Ustabaş’a ‘evinde neden daha çok sol ağırlıklı yayınların bulunduğu’ sorusunu yöneltmesi? Kendi ayağıyla savcıya ifade vermeye giden üniversite öğrencisinin ‘kaçma şüphesiyle’ tutuklanmış olması? Sayısız Berkay Ustabaş’ın olması, herhangi birimiz için sorun mu hakikaten?
Havaalanı işçileri neden tutuklu? Nasıl olup bu denli kolay düşüverdiler gündemden? Neden, devletin temelindeki adalet ilkesini yerle bir eden yakıcı sorunlar, üçüncü havaalanının ‘adı’kadar endişe yaratmıyor?
Neden, on binlerce insanın sorgusuz sualsiz işinden edilmiş olması, Türk milliyetçisi bir tarihçinin mutat gevezelikleri ve tanıyanların malumu ‘muktedir severliği’ kadar gündem olamıyor memlekette?
Değerli okur, önce teşhisi doğru koymalı ve ‘yüzde 50’lik Hayır bloku’nun, demokratik değerlere sadakat duyan milyonlardan oluşmadığını kabul etmeliyiz. Bir başkasına yapılan adaletsizliği umursamayan ya da teşvik edenlerin, temel yurttaşlık bilincinden dahi yoksun olduklarını ve nefret ettiklerine çok benzediklerini fark etmelerinde büyük yarar var.
Çok basit bir soruyla başlayabiliriz belki. Türkiye’nin hâlinden şikâyet eden, mutsuz olan ‘biz’, kimiz? Ve bizim, ‘diğeri’ne hatırlatacak bir ilkemiz ya da ilkelerimiz var mı?
Bir merak notu: Doğru olmayan, çalışkan olmayan, küçüklerini sevmeyen, büyüklerini saymayan Türkiye ahalisi ortalaması, ‘Andımız’ın okullara dönecek oluşuna sevindi. Bence de olması gereken buydu. Zira birkaç konuda dahi olsa 21’nci yüzyıla geçmeye çalışmak, Türkiye’ye yakışmıyordu. Asıl derdim, Danıştay’ın bu kararı hükümete ‘rağmen’ vermiş olabileceğini düşünenlerle. Ne yiyor ne içiyorlar, nasıl besleniyor ve hangi şehir suyu şebekesini kullanıyorlar, merak ediyorum hakikaten!
Yorum Yap