- 9.04.2013 00:00
Sanırım daha uzun süre tartışılacak bir mevzu başkanlık. Ya anayasa değişecek ve başkanlık kabul edilecek, ya da Başbakan bu konudaki ısrarını bitirecek. Tabii üçüncü bir seçenek de yok değil; başkanlık sistemi Meclis’te kabul edildikten sonra referandumda reddedilecek...
Her seçenek mümkün; ama umarım mesele bu üçüncü ihtimale varıp dayanmaz. Öyle görülüyor ki iktidar partisi başkanlık sistemine büyük anlamlar yüklüyor. Ancak epeyce çelişkili anlamlar bunlar. Bir yandan başkanlık sisteminde başkanın konumunun ve gücünün mevcut parlamenter rejimle kıyaslandığında çok az olduğu, asıl kuvvetler ayrılığının başkanlık siteminde bulunduğu söyleniyor. Ama öte yandan da ‘bizim’ başkanın ‘güçlü’ olması, yasamanın, hatta yargının üstünde olması isteniyor. ‘Türk usulü’ başkanlıktan bile söz ediliyor.
Mesele, ‘bize özgü’ bir sistem arayışına gelince, bazı itirazların yükselmesi kaçınılmaz. AK Parti’ye destek veren insanların önemli bir kısmı, vesayet bekçilerinin yıllarca dillerine pelesenk yaptıkları ‘bize özgü’ demokrasi, insan hakları ve laiklik uygulamalarına isyan edenlerden oluşuyor. Şimdi bunların karşısına çıkıp o ‘eski dil’i kullanarak ‘bize özgü başkanlık sistemi’ dediğinizde akıllar karışıyor. Kolay değil; Türkiye’nin son on yılı ‘bize özgü’, yani keyfi, devletin veya güçlü olanın tanımladığı bir sistemden ‘evrensel standartları’ olan bir rejime geçiş mücadelesiyle dolu. Bu mücadelenin taşıyıcı aktörünün şimdi çıkıp ‘bize özgü’ bir sistem önermesi şaşırtıcı. ‘Bürokratik oligarşinin belini başkanlık sistemi kırar’ demek de ikna edici değil. Asıl mesele, önerilen ‘bize özgü’ başkanlık sisteminin ‘bürokratik monopoli (tekel)’ oluşturacak bir rejim tasarımına dayanması.
Tasarıma bakalım: Yürütmenin, yani bürokrasinin başı başkan. Başkanın yetkilerinden ve görevlerinden bazıları şöyle: TBMM seçimlerinin yenilenmesine karar vermek; Bakanları atamak ve görevlerine son vermek; Başkanlık kararnamesi çıkarmak; Milletlerarası antlaşma akdetmek ve yayınlamak; Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kullanılmasına karar vermek; Kamu yöneticilerini atamak ve görevlerine son vermek; Sıkıyönetim veya olağanüstü hal ilân etmek; Yükseköğretim Kurulu üyelerinin yarısını seçmek, Büyükelçileri atamak; Üniversite rektörlerini seçmek; Anayasa Mahkemesi üyelerinin, Danıştay üyelerinin ve Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu üyelerinin yarısını seçmek; Kararname ve yönetmelikler çıkarmak. Bu elbette bir ‘sistem’ değil, bir yönetim anlayışı ve zihniyeti. ‘Bize özgü’ yanlar taşıdığı da kuşku götürmez. ‘Türk devlet geleneği’ne yabancı olmayanlar bunu bilir. Ama toplum bu ‘devlet geleneği’nin epeyce ilerisinde. İki yılı aşkın bir süredir iktidar partisinin başkanlık sisteminden yana olduğu biliniyor. Yeni anayasa çalışmalarında da bu yönde önerilerini açıkladılar. Ciddi bir kamuoyu kampanyası da yapıyorlar. Ancak gerçek şu ki, halkın başkanlık sistemine desteği artmıyor. Başından beri yüzde 35 ile 40 arasında. Yani AK Parti kendi tabanını bile bu konuda ikna edebilmiş değil.
Üstelik böyle bir modelin BDP ile birlikte geçirilmesi durumunda muhtemel bir referandumda başkanlık sistemine yönelik halk desteğinin daha da düşmesi kimseyi şaşırtmaz. Bu konuda duvara çarpmak istemeyenler yeniden düşünmeli. Düşünürken AK Parti’nin ilk anayasa taslağını hazırlayan heyetin başkanı olan Profesör Ergun Özbudun’a kulak vermeli: “Ne zaman ‘Türk usulü’ sözlerini duysam huzursuzluk hissederim. Çünkü murad edilenin, hiçbir bilinen sisteme benzemeyen, evrensel standartlardan uzak, kendimize özgü bir garabet olması ihtimali çok büyüktür.” Ergun Hoca’yı dinlemek istemeyenler için de Vasfiye Teyze konuştu: “Ne çektin be Türkiye’m ‘bize özgü’ işlerden? Ne paraladın kendini ‘evrensel standartlar’ diye? Ne oldu, işte yine ‘bize özgü’ olmadı mı? Ne talihsizsin be!” i.dagi@zaman.com.tr
Yorum Yap