İbrahim Uslu: İktidar Kendisine Soru Sorulmasını Bile İhanet Görüyor

İbrahim Uslu: İktidar Kendisine Soru Sorulmasını Bile İhanet Görüyor
24.02.2021 - 07:43
7876

 Türkiye çok canlı bir siyasi tartışma sürecinden geçiyor. İktidar her gün ülke gündemini meşgul edecek bir adım atıyor ya da tartışma başlatıyor. Ekonomik kriz, Korona salgını, reform, yeni Anayasa derken Gara’da terör örgütü PKK’ya karşı gerçekleştirilen operasyon yine ülkeyi iki kutba ayırdı. Muhalefet ise ilk kez iktidarın söylem egemenliğinin dışına çıktı ve operasyonun başarısızlıkla sonuçlanmasını sorguladı.

Peki bu yoğun gündem Türkiye’de seçmen hareketliliğini nasıl etkiliyor? İktidarın muhalefet karşısında kalıcı bir erimeye girdiği iddiaları ne kadar doğru? Muhalefetin açmazlarını, HDP’nin kapatılması tartışmalarını ve erken seçim ihtimalini, yıllardır seçmen davranışlarını yakından takip eden, siyasal araştırma ve politik iletişimin önemli isimlerinden İbrahim Uslu ile konuştuk.

Sizi bulunca insanlar kristal küre muamelesi yapıyordur o yüzden öncelikle herkesin üzerinde sürekli konuştuğu konu ile başlayalım. Bugün oy dağılımlarına ilişkin kimi zaman kamuoyu araştırmalarının sınırlarını aşan kesinlikte yorumlar yapılıyor. Size göre yarın seçim olsa oy oranları nasıl olur? İktidarın bir erime trendinde olduğu ve bunun artık kesin bir sonucu işaret ettiğine katılıyor musunuz?

Aslında uzun süren trend analizlerine baktığımızda çok fazla hareketlilik görmüyoruz. Üstüne üstlük arada yaşanan bunca travmatik gelişmeye rağmen sadece ufak tefek hareketler oluyor. Küçük hareketlerin yaşanıyor olması bence, bu son birkaç yılda karşılaştığımız bir realite.

Diyelim ki; 2009’daki yerel seçimlerde AK Parti 9 puan oy kaybetmişti. Ondan 6 yıl sonra 2015 seçimlerine girildiğinde yine 10 puan oy kaybetmişti. 2009 yıldan 1 yıl sonraki referandumda AK Parti tek başına yüzde 58 alabilmişti. Partilerden bağımsız hareket etme itiyadı vardı seçmende. Fakat birincisi uzun süredir devam eden kutuplaşmanın etkisi, ikincisi de bloklaşmanın etkisi ile artık biz keskin seçmen hareketleri gözlemlemiyoruz. O yüzden bu yeni bir durum benim gördüğüm.

Bu her şeyden önce partilerin elini rahatlattı, özellikle eski büyük partilerin. Çünkü kolay kolay oy kaybetmiyorlar. Oy kazanamıyorlar ama oy da kaybetmiyorlar. Diğer yandan yeni kurulan partilerin hayatını zorlaştırdı. Seçmen yerinden kıpırdamıyor. Yerinden memnun olmasa bile oradan ayrılmayan seçmen kitlesi ile muhatap olmak, yeni kurulan partiler açısından bir zorluk, problem kaynağı.

Seçmenlerin niye her şeye rağmen yerlerinden ayrılmadığı konusunda daha derinlemesine çalışmalar ve biraz daha fazla kafa yormaya ihtiyaç var. Ben bunu bir dönem yapmaya çalıştım. Normal şartlar altında, bu kadar yoğun bir ekonomik meselenin yaşandığı, kimilerine göre derin bir kriz, kimilerine göre buhran diye tarif edilen bir atmosferde, daha fazla seçmenin iktidardan kopması gerekiyordu. Niye? Ekonomik oy verme teorisi gereği, rasyonel oy verme teorisi gereği daha fazla seçmenin, iktidardan kopması gerekiyordu. Fakat öyle olmadığına şahit olduk biz.

Siyaset bilimi literatüründe istisnai durumlar var. Güçlü sosyal devlet uygulamaları varsa, sosyal politikalar ile ekonomik oy teorisinin etkisi kırabiliyorsunuz. Yani memlekette ekonomik kriz olsa bile eğer özellikle düşük gelir grupları yeterince sosyal yardımları alıyorsa, devlet onları ekonomik ve sosyal risklere karşı koruyorsa o zaman parti tercihini değiştirmek ya da iktidarı cezalandırmak gibi bir yönteme başvurmuyorlar. Dünyada yapılan araştırmalar bunu gösteriyor. Ekonomik oy verme teorisi sosyal devletin güçlü olduğu ülkelerde daha zayıf etkiye sahip. Çünkü orada düşük gelir grupları ekonomik kriz etkisinden korunuyor fakat bugün onu da aşan bir şey var.

Benim gördüğüm kutuplaşmanın ve bloklaşmanın etkisi ile, Türkiye’de seçmenlerin oy verme davranışlarını açıklarken siyasal kimlik teorisi bütün diğer teorilerden daha güçlü bir faktör haline geldi. Mesela HDP seçmeni çok güçlü bir etnik kimlikle, kültürel kimlikle partisine bağlı. Zaten Cumhur İttifakı’nın her iki bileşeni de tamamen kimlik siyasetine yaslanmış durumda, diğer faktörlerle ilgilenmiyorlar bile.

Zaman zaman eğlenceli bazı konular buluyorlar ama kendileri de biliyorlar ki buradan bir şey olmayacak. Siyasi magazin konusu olabilecek konuları kullanabiliyorlar. İşte doğalgaz bulunması, hatta espriler oldu ama kimse ekonomiye ne getireceğini ne götüreceğini ne kadar vadede geleceğini bile doğru düzgün tartışmadı. En son uzay muhabbetimiz var. 20 gündür falan.

Bunların seçmen tercihlerini etkilemeyeceği aşikâr. Dolayısıyla elinde tek enstrüman var o da kimlik siyaseti ve onun üzerinden yürüyor. Böyle olunca da benim gördüğüm şey; seçmenlerin partileriyle olan bağları güçleniyor ve parti değiştirmek artık döneklik, ihanet falan gibi kavramlarla yargılanıyor. Amerika’da din değiştirdiğinizde; Budist olduğunuzda falan kimse sizi burada parti değiştirdiğiniz zaman ayıpladığı kadar ayıplamıyor. Böyle bir siyaset kültürüne sahip olmaya başladık.

Bu tabi sürdürülebilir bir şey değil. Günün birinde bu bir noktada kırılacaktır. Ya seçmen 2002’de olduğu gibi çok sert tepki verecek, siyaset kurgusunu alt üst edecek ya da buradan uzun zaman boyunca demokrasiden oldukça uzaklaşan bir parti-seçmen ilişkisine savrulacak. Bu halin sağlıklı bir demokratik tutum olduğunu düşünmüyorum.

Burada tek ümidimiz aşağıdan gelen genç seçmenler; onların parti sadakatleri ve bizimki gibi siyasal kültürleri yok. Daha bağımsız seçmen profiline sahipler. Yani kendilerini bir parti kimliği ile tarif etmiyorlar. Siyasetle ilgililer, takip ediyorlar, farkındalıkları yüksek ama seçim zamanı geldiğinde işte kendilerine göre parametreleri kullanarak karar veriyorlar.

İKTİDAR ‘ERİDİ BİTTİ’ YORUMLARINA İTİBAR ETMİYORUM.

Başta ifade ettiğiniz bazı noktaları temize çekerek gitmek gerekirse öncelikle siz; iktidarın bir kayıp sürecinde olduğunun, bir trend olarak muhalefet karşısında az da olsa eridiğinin teyit edilebilir bir şey olduğunu düşünmüyorsunuz. İkincisi de kimlik siyaseti meselesini aşmak için muhalefetin elinde yeni nesillerin büyümesini ve oy vermesini beklemesinin dışında bir yol yok mu? Ne yapması gerekiyor?

İlk olarak, AK Parti yüzde 40’ın altına yerel seçimlerde inmişti. Yerel seçimde İl Genel ve Belediye Meclisi oylarının toplamını alırsanız Cumhur İttifakı’nın oyu yüzde 50,8 idi. Şimdi yapılan çalışmalarda bazılarında makas açılıyor ama daha güvenilir olanlarda yüzde 47-49 aralığında salındığını görüyoruz.

AK Parti yüzde 40’ın altına yerel seçimde inmişti. Bizim o zaman tahminimiz de yüzde 38 civarı idi. Bugün yapılan çalışmada da yine o rakamlara denk geliyoruz. Son 2 yıldır ufak tefek dalgalanmalar olsa bile 31 Mart 2019 ile 15 Şubat 2021 arasında baktığınızda başlangıç ve bitiş noktalarını çizdiğinizde düz bir çizgi ortaya çıkıyor, üstüne üstlük bu süreçte yaşanan o kadar çok olaya rağmen.

‘Eridi bitti’ tarzı yorumlara fazla itibar etmiyorum. Arada defalarca gözlem yapıyoruz bu yatay hareketi gözlemiyoruz. Şimdi peki diğer partiler ne yapacaklar? Bunun arayışı içerisindeler fakat henüz benim gördüğüm net bir yol bulamadılar. O yüzden çok daha seçmenin alışkın olmadığı sıra dışı tarzlar ve yöntemler kullanmaları gerekiyor. Çünkü onlar da aynı siyasal kültürün parçası aslında ve söylemleri, tutumları, iş yapma biçimleri, tarzları, dilleri, yöntemleri vs. gibi açılardan değerlendirdiğimizde aslında egemen paradigmanın parçası olduklarını görüyoruz. Öyle olunca da seçmen şu anki konumunu değiştirmiyor. Yeni partilerin farklı olduğunu pek düşünmüyor benim gördüğüm. Partilerin seçmende gerçekten yeni bir şey yaptıkları kanaatini uyandırmaları gerekiyor. O yüzden aşağıdan gelen yeni seçmenler de mevcut bağımsız seçmen de normal dağılım gösteriyor yani belli bir partiye odaklanmıyorlar. Çünkü hiçbir partinin diğerinden çok farklı olduğunu düşünmüyorlar. Haksız da sayılmazlar.

Belli konularda düşünce ve yaklaşım farklılıkları olabilir ama onun dışında; aynı ton, aynı renk, aynı üslup, aynı gelenek, aynı kültür; herkes bu mevcut egemen siyasal kültürün parçası ve unsuru. Öyle olunca da aşağıdan gelen seçmenler partiler arasında normal şekilde dağılıyorlar. Oyun değiştirecek adımlara ihtiyaç var ama benim gördüğüm hiçbir parti, ne yeni partiler ne de büyümek isteyen eski partiler bunu başarabilmiş değil.

Arada tek belirgin oy değişikliği benim gözlemlediğim kadarıyla İYİ Parti’de var. Kurulduğundan beri yüzde 10 civarlarında olan İYİ Parti, yaz aylarından itibaren büyümeye başladı ve şimdi 12-13 aralığında. Yani işte iktidardan kopan az sayıda seçmeni de aldığı için yine diğer partilerin oy oranlarında bir hareketlilik gözlemleyemedik. 2-3 puan bakınca nominal büyüklük olarak çok yüksek olmayabilir ama oransal olarak bakınca oyunu yüzde 20-30 artırmış durumda. Onun dışında diğer partilerde gerçekten yatay durum söz konusu.

MUHALEFET SADECE SORU SORDU, İKTİDAR DA ŞOKA GİRDİ ‘BANA NASIL SORU SORAR’ DİYE

Muhalefetin farklı alternatif bir tavır ortaya koyamadığını söylediğinizde güncel bir konuyu sormak istiyorum. Gara Operasyonu’nda muhalefet eski milli güvenlik söylemini benimsemenin dışına çıktı. Bu tutum bundan sonra alternatif söylem geliştirmeleri için bir ilk örnek mi yoksa arızi bir durum mu?

Belki ilk kez ulusal bir konuda, hükümetin de ısrarla “milli mesele” olarak lanse etmeye çalıştığı bir konuda muhalefet etmeye cesaret ettiler. Muhalefet ederken de eleştirmediler sadece sorular sordular. Fakat iktidarın iki tutumu var; birincisi artık soru sorulmasına bile tahammül edemiyor; muhalefete ve bütün topluma ‘ben ne diyorsam o doğrultuda konuşacak, ben ne söylüyorsam ona inanacaksınız’ diyor. Soru sormayı bir hadsizlik olarak ve dolayısıyla ihanet ve teröre yardım olarak görüyor. Yani soru dahi sorulamayan iktidar kültürü üretmeye çalışıyor. Belki muhalefet bunu hissettiği için en azından eleştirmek yerine bu sefer soru sordu.

Soru sormak bir süre sonra hesap sormayı da getiriyor. Sorular sormaya başlandığı andan itibaren, sizin hesap sorulabilir konumda olduğunuz algısını da pekişiyor. Sayın Kılıçdaroğlu net bir biçimde sorumluluğu Cumhurbaşkanı’na atfetti, arkasından Sayın Akşener de benzer ifade kullandı. Kılıçdaroğlu kadar net olmasa bile O da sorumluluğun Cumhurbaşkanı’nda olduğunu söyledi. TV’lere baktım kim ne diyor diye, herkes bunu yeni bir üslup olarak değerlendiriyor. Altı üstü soru sordu. Bir soru sormak büyük farklılaşma yaratmamalıydı, normal bir demokratik kültürde muhalefet dediğiniz soru da sorar, eleştirir de. Hakları vardır. Toplum onlardan bunları yapmalarını bekler sadece Kemal Bey soru sorduğu için bile yeni muhalefet tarzı olarak değerlendirildi.

Muhalefet partilerinin üzerine düşen çok şey var. Soru sormak bile olay oluyorsa benim bahsettiğim yeni tarzlar, yeni eleştiri şekilleri veya yeni iletişim üslupları takınmaları durumunda nasıl bir teveccühe mazhar olacaklarını siz düşünün. Belki bu atalet, seçmenin ataleti, ümitsizliğinden de kaynaklanıyor olabilir. Bu ülkenin sorularını kim çözer, ekonomiyi kim düze çıkarır tarzı sorular sorunca en yüksek oy alan lider yüzde 35-36 ile yine Sayın Erdoğan oluyor. Oysa ki bu değer kendi oy oranının bile altında aslında ve bu realite görmezden geliniyor.

Bugün seçim olacak olsa yüzde 50’lere yakın alacak bir iktidarın, ‘Cumhurbaşkanı sorunları çözer mi?’ diye sorduğunuzda kendi seçmenlerinin bile bir kısmının güvenini kaybettiğini görüyoruz. ‘O da çözemez’ diyorlar. Tamamı değil ama bir kısmı diyor. 48’in 12-13’ü ‘o da çözemez’ diyor. Dolayısıyla seçmenin genel güvensizlik hali var. Bu hareketsizliği, ataleti bu güvensizlikten kaynaklanıyor. Beklentileri aşan bir şey yapan lider tutumu hemen dikkat çekiyor. Soru sordu sadece, ekstrem bir şey yapmadı. Muhalefet bunu coşkuyla karşıladı. İktidar da şoka girdi ‘Bana nasıl soru sorabilir’ diye. Bizim tartışmamız gereken şey bu. Soru sorunca olay oluyor, öbürü de soru sorulmasını ihanet olarak karşılıyor.

Bu durum da ülkedeki siyasetin ve tartışma kültürünün çıtasını gösteriyor.

Aynen öyle. Esas konuşulması gereken şey bu. Soru sormak bile olay oldu ve ‘bana nasıl soru sorar’ diye dava açtı 500 bin liralık. Eğer Sayın Kılıçdaroğlu tazminata mahkûm edilirse hiçbirimiz şaşırmayacağız. Oysa ki bu durumda yargı eliyle ‘evet soru sormak suçtur’ görüşü tescil olacak. Bu dava kabul edilir; hele bir de Erdoğan lehine karar verilirse, resmen yargı kararıyla Cumhurbaşkanına soru sormak suç haline gelecek. Böyle bir atmosferde o parti niye oy alamadı, bunun oyu niye arttı diye konuşmak biraz lüks bir durum gibi geliyor. Majör bir meselesi var Türk siyasetinin ve siyasetçisinin. Burayı aşamadıktan sonra birilerinin oyu 2-3 puan artmış ya da azalmış hiç önemli değil. Ufak tefek oy artışlarından hiçbir heyecan duymuyorum. Kendi adıma söylüyorum, kimseyi eleştirmek gibi bir derdim yok.

HDP’YE KAPATMA DAVASI AÇILMASI ÇOK MUHTEMEL

Son dönemin tartışma konularından birisi de Gara Operasyonu ile de bağlantılandırıldı, HDP’nin kapatılması ihtimali. MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bu konuda çok ısrarlı. Birincisi bunu ne kadar muhtemel görüyorsunuz? Sonuçta bazı siyasi partilerin talebi ile başka bir siyasi partinin kapatılmasını tartışıyoruz. İkincisi ise süreç başlar ve kapatılırsa siyasi harita nasıl etkilenir? DEP, HADEP kapatıldı yenileri açıldı. Yine Kürt siyasi hareketi hiçbir şey olmamış gibi devam mı eder yoksa başka bir kırılma olur mu?

Birincisi süreç başlayabilir ama Anayasa Mahkemesi’nde 3’te 2 çoğunluğa ihtiyaç var. Sağlanıp sağlanamayacağı konusunda belirsizlik var. Belki de o yüzden Anayasa Mahkemesi üzerinde baskı kuruluyor. Sayın Bahçeli grup toplantısında daha önce ‘Anayasa Mahkemesi’ni kapatalım’ demişti. Şimdi artık kapatalım demekten vazgeçti kendi kendini feshetsin dedi. Anayasal olarak o da mümkün değil. Mahkeme Anayasa ile kurulmuş, hakimler tarafından kurulmuş bir yapı değil. ‘Başkan da istifa etsin’ dedi. Bunların böyle olduğunu Sayın Bahçeli de biliyor. Niye önce kapatalım diyor, Anayasa Mahkemesi’ne yükleniyor? Böylece üzerinde psikolojik baskı oluşturuyor, kapatma davası açılırsa, baskı altına alarak karar vermesini sağlamaya çalışıyor.

Şimdi o yüzden, kapatma davası sürecinin başlaması çok muhtemel. AK Parti’de de başlamıştı ama yeterli çoğunluk bulunamadı, kapatılmadı. Şimdi bulunur mu kestiremiyoruz. Her durumda dava açılması kırılma yaratır, ister kapatma çıksın ister çıkmasın. Son zamanlarda ikiye bölünmesi senaryosu zaten Ankara’da yoğun şekilde tartışılıyor. HDP’nin içinden bir muhafazakâr Kürt partisi çıkar mı konusu var. Kimilerine göre bu bir proje, kimilerine göre böyle bir eğilim var. Kendi içerisinde parçalanacak ve muhafazakâr HDP’liler ayrılacaklar ve kendi yollarına gidecekler şeklinde. Bu senaryo gerçekleşirse alıştığımızın dışında bir durum ortaya çıkarabilir.

Şimdiye kadar HDP geleneğine oy verenler vardı bir de onun dışında Türkiye geneline hitap eden partilere oy veren Kürt seçmen vardı. Şimdi kendi içinde ikiye bölünecek. Yeni kurulan parti teveccüh görecek mi, kurulmuş olmakla mı kalacak, sadece bir tabela partisi mi olacak? Bunlar soru işareti. Daha önce böyle bir deneyim yaşamadık. HDP seçmeninin ikiye bölündüğüne şahit olmadık. Siyasal bilinci yüksek ve süreç içerisinde sürekli keskinleşen bir seçmen kitlesinden bahsediyoruz. Bunlar böyle bir bölünmeye nasıl tepki verirler onu kestirmekte zorlanıyorum işin doğrusu. Şimdiden yapılacak araştırmalarda da bu zor ortaya çıkar. Henüz parti kurulmadan hangi koşullarda parçalandığı görülmeden, içinde yer alacak kadroların profili belli olmadan, seçmenin karar vermesi mümkün değil.

HDP parçalanmaz ise sadece mevcut yöneticileri tasfiye edilecek olursa seçmeni tasfiye edemeyeceğiniz için seçmen onun yerine kurulacak alternatif kim ise orada konsantre oluyor. O gelenekten partinin seçmenlerine ulaşmak için çok çaba harcaması da gerekmiyor. Yeni kurulan partiler; Sarıgül’ün partisi, Gelecek ve DEVA’dan farkı o. Orada hazır seçmen kitlesi var. Bir partiden öbürüne dönüyor. Dibine mühür bastığı logo değişiyor. Seçmen açısından problem değil.

İki parti olursa 3. başka dinamikler de devreye girebilir mi? Kürt seçmenin iki ana tercihi; HDP ve AK Parti oldu şimdiye kadar. Biri diğerini geçse de aralarında görece eşit bir dağılım vardı. Fakat bugün Kürt kökenli seçmenlerde şimdi CHP üçüncü parti olarak orada devreye giriyor. HDP ikiye ayrıldığında bir yanda CHP var, diğer yanda AK Parti’den ayrılmış başka bir alternatife yönelme anlamında Gelecek Partisi ve DEVA da oradan oy almaya çalışıyorlar. Bu denklemde farklı bir fotoğraf görülür mü? ‘O kitle HDP’den kopmaz’ demek kolay mı?

Doğal sürecine bırakacak olursanız, müdahale olmayacak olsa, seçmen sadece siyasal kimlikle değil bilhassa genç jenerasyonlar; rasyonel tercihler yapabilir. Aslında bu eğilimin emareleri var. Mesela geçtiğimiz dönemde CHP’nin Kürt seçmenden aldığı pay biraz arttı. CHP’nin kendini Kürt olarak tanımlayan seçmenlerde payı yüzde 5’i idi. Bu rakam şimdi yüzde 15’lerin üzerinde. CHP, Kürt seçmenden aldığı oyu 3’e katladı birkaç yılda.

Bunu doğal haline bırakacak olursanız, HDP’nin kapatılmasının işe yaramayacağını düşünüyorum. Ben hep sert dilin ve ötekileştirici dilin bir işe yaramadığını sadece HDP’yi büyütmeye katkı verdiğini anlatmaya çalışıyorum. 2011’de BDP vardı. Yüzde 6 civarındaydı oyu. 2015’e geldiğimizde yüzde 13’e çıktı. Biraz diğer sol partilerin desteği ile geldi ama 1 Kasım 2015’te Hendek travmasına rağmen yüzde 10 üzerinde kalmaya başardı. Bugün son seçimde de 12’lerdeydi. Şimdi de 11-13 aralığında bir oyu olduğunu araştırmalar gösteriyor. Yani 2018’i baz aldığınızda 2011’den 2018’e oyunu ikiye katlamış bir partiden bahsediyoruz. HDP’yi ötekileştirdiğiniz zaman küçülmüyor, büyüyor.

Bu dış baskılar altında seçmenin farklı bir tepki vermesini beklemek çok rasyonel olmayacaktır. Kendi haline kalsa, ötekileştirilmese, partilerden bir parti olarak kabul edilse, belki seçmenler daha rasyonel tercih yapabilir ve tercihlerini çeşitlendirebilirler. Şimdi muhafazakâr Kürt parti projesini en çok pazarlayanlar hükümete yakın TV kanalları. Seçmen de bunun hükümet destekli bir fikir ve proje olduğunun farkında. Doğrudan hükümet tarafından kurgulanmamış olsa dahi fark etmez, siyasi hareket başlıyor ve hükümetin desteğini alıyorsunuz. O yüzden de seçmen sürekli baskı altındaysa, HDP oyları üzerinde sürekli tartışma yaşanıyorsa, kutuplaşmanın, ötekileştirilmenin, terörize edilmenin kriminalize edilmenin hatta şeytanlaştırmanın konusu ise bu seçmen kitlesinin rasyonel davranmasını da beklememek lazım. Önce koşulların, siyasetin normalleşmesi gerekiyor ki seçmen de normal seçmen davranışı gösterebilsin. Ama HDP tabanı bu baskılar altında kemikleşti. 2011-2018 arasında çok net görüyorsunuz. 7 yılda oyunu yüzde 100 oy artıran başka parti yok.

SİSTEMDE KARARSIZ SEÇMEN YOK, EN FAZLA KARARINI SÖYLEMEYEN SEÇMEN OLABİLİR

Kararsız seçmenler konusuna gelirsek. Kararsız seçmenlerin oranı bazı kamuoyu araştırmalarında yüzde 35’e kadar çıkarılıyor. Gerçekten kararsızlar bu kadar ise üstelik bıçak sırtı bir 50+1 dengesinde her şeyi belirlemesi beklenir. Bu rakamlar ne kadar gerçekçi? Bir de sizin bağımsız seçmen dediğiniz kitle var, bunlar iktidardan mı kopuyor günü gelince muhalefete mi gidecek, iktidar olmak isteyen partilerin bağımsız-kararsız denilen kitleyi cezbetmek için ne yapması lazım?

Sistemde yüzde 35 kararsız falan yok. Kesinlikle yanlış bulgu. Pandemi koşullarından ve kullanılan araştırma yöntemlerinden kaynaklandı. Biraz da benim gördüğüm; araştırma şirketlerinin deneyimsizliklerinden kaynaklandı. Yüzde 35 kararsız yok yani. O bir siyasal realite değil. Kararsızları bundan bir süre önce yüzde 35 bulan şirketler şimdi yüzde 17-18 veya yüzde 20 buluyorlar. Üstelik yüzde 20 kararsız da gerçekte yüzde 20 anlamına gelmiyor. Zaten biz biliyoruz ki; seçmenin yüzde 15’i sandığa gitmiyor. Her durumda sandığa gitmeyen seçmen kitlesi var. Bir kısmı protesto etmek için, bir kısmı hiçbirini beğenmiyor, bir kısmı apolitik. Ama sonunda sandığa gitmeyen yüzde 15 var. Biz biliyoruz ki sandığa gitmediği zaman araştırmalarda kullandığımız kararsızları dağıtma yöntemine göre dağılıyor. Yüzde 15’i tüm partilere dağıtmış oluyorsunuz, istatistikte yaptığımız gibi. Yüzde 18 kararsız bulduğunuzda demek ki aslında yüzde 3 kararsız var. Gerçekte yüzde 15 zaten sandığa gitmeyecek partilere istatiksel dağıtılacak.

Geri kalan yüzde 3 nasıl dağılırsa dağılsın ortalamaları değiştirmez. Çok sayıda parti var; her biri şu ya da bu ölçüde pay alacak ki; normal koşullar altında bu kitle de normal dağılım gösterir. İktidar dengelerini değiştirmiyor. Zaten bu kadar çok politika tartışılan ve erken seçim sath-ı maili atmosferi olan ülkede kararsız seçmen arayıp bulmak da çok anlamlı değil. Yüzde 2-3 kısmının da aslında kararı var, ama bunlar kararı açıklamaktan çekinen seçmenler. Öyle olunca da aslında sistemde kararsız yok.

Sistemde bağımsız seçmenler var. Kendini parti kimliği ile tarif etmeyen, sorunca hiçbir parti adını söylemeyen, sandık zamanı o anki koşullar altında bir parti tercih eden, oyunu veren seçmen kitlesi var. Son Amerikan seçimlerinde bu kitle tartışıldı, çok sayıda yorumcu tarafından seçim sonuçlarının bağımsız seçmenlerin belirlediği kabul ediliyor. Zaten, iki aday arasında tarihi bir fark olmasının (7 milyon üzerinde fark oldu, tarihi bir rekor) sebebinin de yine bağımsız seçmenler olduğu kanaati var. Amerika açısından böyle bir makas hiçbir zaman görülmedi. Türkiye’de de bağımsız seçmenlerin oranı yeni gelen Z Kuşağı ile yüzde 25’lere çıkacak. Şu anda yüzde 20’lerin üzerinde 22-23 aralığında.

Kendini hiçbir partiye ait hissetmeyen bir parti kimliği ile kendini tanımlamayan her seçimde farklı partilere oy verebilen bir seçmen kitlesi var. İttifaklar bu eğilimi güçlendirdi. Bugüne kadar CHP’ye oy vermemiş insanlar gitti son seçimde CHP logosunun altına ‘evet’ mührünü basabildiler.

Bağımsız seçmen profili güçlendi. Beklentim, Z kuşağının toplam seçmen içerisindeki payı arttıkça bağımsız seçmenlerin de miktarının artacağı. Peki bunlar kim? Daha çok nasıl bir profile sahip? Büyük çoğunluğu 40 yaş altında. Büyükşehirlerde yaşıyorlar, birçoğu iyi eğitimli seçmenlerden oluşuyor. Bizim bildiğimiz o sağ-sol muhafazakâr-batıcı gibi bölünmeler ya da kutuplaşmalar ile de çok fazla ilgilenmiyorlar. Hayata bakış açılarına göre ve konjonktürün verilerine göre; bir partiye oy veriyorlar. Bu kitle şimdi baktığınızda henüz kararını vermedim diyebilir; bunlar araştırma sektörünün anladığı manada kararsız değiller. Bunlar seçim olmadan karar vermeyen insanlar. Çünkü şimdiden partiye bağlanmayı, bir partiyi tercih etmeyi tutum olarak yanlış ya da gereksiz buluyorlar; o yüzden karar vermiyorlar.

Dünyanın en başarılı partisi bile olsa seçmen ona bağlanmayı reddettiği için karar vermiyor; ‘seçim zamanı bakarım’ diyor. Bir parti kimliği yok. Yorumcu ve araştırmacıların bu seçmen kitlesine alışması gerekiyor. Bunu teşhis edecek yöntemler üzerinde çalışılması gerekiyor. Aksi takdirde araştırma verilerinin yanlış yorumlanması nedeniyle yorumcuların önce kendilerini sonra da kendilerini takip edenleri yanıltmaları ile uzun zaman uğraşırız.

Sistemde kararsız yok, bağımsız seçmenler var ama onlar bile işte bu sürekli bir erken seçim atmosferinde olduğumuz için parti ismi zikrediyorlar. Normal şartlar altında teknik olarak sandığa 2,5 yılın olduğu dönemde gerçek kararsızın yüzde 2 yüzde 3 olması, zaten sağlıklı değil. Hiçbir koşulu bilmeden 2,5 sene sonrası için bir parti tercihi yapıyoruz. Asıl baktığınızda gerçekten sorgulanması gereken durum bu. Altı üstü yüzde 3 şimdiden tercihini yapmadı diye bir de panik oluyoruz. Onu sorguluyoruz sorgulanacakmış bir şeymiş gibi. Esas sorgulanması gerekenler sandığa 2,5 yıl varken kararını verenler olmalı! Hangi koşullar olacak, hangi vaatler ile hangi listeyle gelecek bunları görmeden nasıl sen parti tercihi yapıyorsun diye sormamız gerekmiyor mu?

2021’DE ERKEN SEÇİM BEKLİYORUM

2020’de erken seçim çok tartışıldı ama olmadı. 2021’de aynı tartışma gündemde. Pek mümkün olmadığını söyleyenler var. Türkiye’nin ekonomik kriz içinde olması gibi gerekçelerle her an olabilir deniyor kimileri de diyor ki; Cumhurbaşkanı Erdoğan son dakikaya kadar neden seçim yapsın? Erken seçim ne kadar muhtemel, olursa ne zaman olur?

Erken seçimin hala olacağını düşünenlerdenim, inatla erken seçim diyorum. Çünkü bana göre ittifakın, Cumhur İttifakı’nın iki ortağı arasında aşılması zor bazı meseleler var. Seçim kanunu ile ilgili uzlaşamadılar, o seçim kanunu gelemedi parlamentoya. Cumhurbaşkanı’nın Kasım ayı başında anons ettiği reform paketi hala parlamentoya gelemedi.

Reform paketleri gelemedi ama bu sefer yeni anayasa gibi daha büyük bir hedefle geldiler. Sayın Erdoğan duyurdu. Sayın Bahçeli de buna ‘evet bir anayasa ihtiyacı var başkanlık sistemini daha da güçlendirecek, parlamenter sistemin tortularını Anayasadan çıkaracak bir düzenleme gerekir’ dedi.

Şimdi evet fikir olarak 2011’den beri yeni Anayasa’ya ihtiyaç olduğunu tüm partiler söylüyor. Uzaktan bakınca; iki ortak uzlaştı anayasayı değiştirecekler gibi görünebilir ama 2011’den beri bütün partilerin seçim beyannamelerine bakın hepsi yeni Anayasa’dan bahsediyor. Sorun; oturup bunu yazmaya kalkışıldığında ortaya çıkıyor. Bahçeli, kırmızı çizgileri belirledi, ‘ilk 4 madde elletmeyiz’ vesaire diye. Yazmaya başladığınız anda esas fikir farklılıkları orada ortaya çıkıyor. Yeni anayasa konusunda da iki parti uzlaşabilecek mi onu da göreceğiz.

Kırılganlığı yüksek bir ortaklıktan bahsediyoruz, riskleri fazla bir ortaklık. Ben erken seçimin bir siyasal pragmatizm ile 2018’de olduğu gibi avantaj elde etmek için yapılacağını düşünmüyorum zaten. Bu ortaklık arasındaki fikir ayrılığı nedeniyle erken seçime gitmek mecburiyetinde kalınacağını söyleyenlerdenim. Fazla söyleyen yok. Herkes siyasal pragmatizmle, yani “ekonomi gün geçtikçe kötüleşiyor, şartları iyileştirince erken seçime gidecek” diye yorumluyor. Ben öyle olacağını düşünmüyorum. Ben problem çıkacak, problemler çözülemeyecek ve sonunda erken seçime gidilmek zorunda kalacak diye düşünenlerdenim. Hatta daha önceki mülakatlarımda 2021 içinde bir seçim takvimini görmüş olacağız diye beyanım da olmuştu. Ben hala onun mümkün olduğunu düşünüyorum.

https://www.perspektif.online/iktidar-kendisine-soru-sorulmasini-bile-ihanet-goruyor/

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums