- 3.02.2018 00:00
Milli Görüş geleneğinden gelen ama bu geleneğin kurucusu merhum Necmettin Erbakan’ın partisinden ayrılarak müstakil bir parti olarak AK Parti’nin kurulması ile sonuçlanacak olaylar kabaca iki ana başlık altına alınabilecek kriz ortamı ürünüdür bir bakıma.
Birinci başlıktaki kriz, Milli Görüş partisi olan Refah Partisindeki krizle ilgilidir. İkinci başlıktaki kriz ise ülkenin içine girdiği ekonomik, siyasi, insan hakları, uluslararası ilişkiler alanlarıyla ilgilidir.
Refah Partisi ile ilgili kriz bilindiği gibi, 28 şubat sürecinde merhum Necmettin Erbakan’ın bu partinin başkanlığından ayrılmak zorunda kalması ile ortaya çıkmıştır.
Bu krizde Erbakan’ın, kendisinden sonra partinin başkanı olması için işaret ettiği Recai Kutan’a karşı Abdullah Gül aday olmuş ve hiç de az olmayacak oy almıştı.
Hatırlanacağı gibi Recai Kutan 633 oy alırken Abdullah Gül 521 oy almıştı. Milli Görüş geleneğinin öncesi ve sonrası için de çok istisnai bir durumdu bu.
Sadece genel başkanlık değil delegelerin parti yönetimini belirlemede yetki sahibi olacağı “çarşaf liste” gibi kavramların bu gelenek için ilk kez telaffuz edildiği bir kongre olarak da hafızamızda yer etmiştir.
Bu şekilde daha AK Parti kurulmadan, Milli Görüş’ün hitap ettiği ve destek aldığı seçmen grubunun çok ötesindeki kamuoyunun dikkatini çekerek daha sonra AK Parti’nin destek bulacağı kamuoyu hazırlanmış oldu bir bakıma.
AK Parti kurulurken, önce Refah Partisi sonrasında Fazilet Partisi’nde görüşleri dikkate alınmayan Abdullah Gül ve ekibinin eleştirdikleri tutumdan kaçınacakları ve o kongrede öne sürdükleri öneriler doğrultusunda davranacakları her kademede var olan bir beklenti olmuştur.
Hatta bu çerçevede bırakın delegelerin genel kongrede parti yönetimini belirlemeyi parti içindeki her bir üyenin partide söz sahibi olmasını sağlamak üzere üyelerin delegeleri belirleyeceği bir program yazılmıştı.
Siyaset Bilimci Robert Michels tarafından 20.yüzyılın başındaki tespitiyle Oligarşinin Tunç Yasası’ndan kaçamayan pek çok parti gibi AK Parti de daha ilk kongresinde bu ilkesinden vazgeçti.
Yalnız bu değişiklik geneldeki eğilimin tersine, yani genel merkezlerin gücü merkezileştirme çabalarına ters olarak gerçekleşti.
(Üyelerin delegeleri belirleme yetkisi olduğu için parti yönetiminde olmayı garantilemek için mevcut başkanların herkesi üye yapmamaları ve paralel üye defterleri gibi uygulamalar nedeniyle “üye”nin delegeyi belirleme ilkesinden vazgeçildi.)
Her düzeydeki partililer, bir dış baskı olmadığında kendilerinin yönetimde olmasını sağlayacak tedbirleri almakta kusur etmemek hususunda anlaşıyor görünüyorlar.
Parti mekanizması ile ilgili bu tür öneriler çok kısa süre içinde unutulmuş ve sonuçta Oligarşinin Tunç Yasasının da izah edemeyeceği bir durum ortaya çıkmıştır AK Parti’de.
Çünkü Michels’in Oligarşinin Tunç Yasası, her kurumda kaçınılmaz şekilde bir grubun hakim olma eğilimi olduğunu söylüyordu. AK Parti’de olan ise bir grubun değil tek bir kişinin belirleyici olmasıdır.
Refah Partisi içinde ilk itirazı geliştiren ama yetki ve söz sahibi oldukları AK partinin merkezileşmiş yapısından uzun süre şikayetçi olmayan o ekibin bu gruptan dışlandıklarında şaşkınlık yaşamaları da bu konuyu irdelemeyi gerektiriyor.
Bir gazete yazısının sınırlılığı içinde çok kapsamlı analiz edemeyeceğimizi peşinen kabul ederek şunu söyleyebiliriz: Şimdi dışlanan bu ekibin sadece AK Parti içinde Başkanın görüşünden farklı görüş ifade etmekte çekingen davranmadığını, parti dışındaki kurum ve kuruluşların kendilerine verdiği yetkileri kullanırken bile çekingen davranmalarının bu sonucu doğurması bir anlamda doğaldır da.
Bu tutuma örnek olarak önceki Cumhurbaşkanı olan Abdullah Gül’ün internet kısıtlaması ile ilgili önüne gelen yasayı doğru bulmamasına rağmen bir kez daha görüşülmek üzere Meclis’e göndermek yerine onaylaması ve sorunun çözümünü Anayasa Mahkemesi’ne bırakmış olmasıdır.
En son olarak Abdullah Gül’ün, 696 sayılı KHK’nın 121. Maddesinde siviller için üstelik zamanı ve şartları belirsiz şekilde yargı muafiyeti getiren muğlak ifadelerinden haklı olarak endişe ettiğini bildirmesi üzerine AK Parti yöneticileri, destekçileri ve parti lideri Erdoğan tarafından eleştirilmesi üzerine bu KHK’yı kabullendiğini belirtmek zorunda hissetmesi de niye başlangıçtaki ortak aklın yerine tek bir kişinin hakim olmasını izah ediyor.
Kısaca Refah Partisi içinde hem Parti içindekilere hem de genel kamuoyuna seslenmeyi başaran ve sonrasında AK Parti’nin güçlü bir alternatif olarak kurulmasında önemli rolü olan Abdullah Gül’ü ortaya çıkaran krize benzer bir kriz, teknik parti mekanizması olarak AK Parti için söz konusu değildir.
Fakat, Türkiye’de 2000’li yılların başında AK Parti’nin kurulması ve gelişmesini sağlayan insan hakları, ekonomik ve uluslar arası alandaki kriz halinin AK Parti iktidarında belki de daha ağır olarak yaşanması teknik mekanizma olarak problemi olmasa da partide büyük sıkıntılara yol açmaktadır.
Her şeyden önemlisi AK Parti’nin, iktidara geldiğinde birkaç yerle sınırlı kalmış olan OHAL yönetimlerini kaldırmakla övünürken şimdi bütün ülkeyi hem de yargısal ve Meclis denetiminden bağımsız bir şekilde, OHAL ile alakasız konuları da kapsayacak şekilde KHK çıkararak yönetmesi ve çok sayıda insanı derinden etkileyen haksızlıklara yol açılmasını birinci elden gören veya bunlardan haberdar olan AK Partilileri elbette bunaltıyor.
Hukuk denetiminde olmayan bu düzenden sadece yönetilenler değil Cumhurbaşkanı bile şikayetçidir. Hatırlanacağı gibi Cumhurbaşkanı, kendisi adına iş yapıldığından şikayet ederek “şahsımın adını kullanarak kurallar dışında iş yapılmasına rıza gösteremem” derken aslında yüz yıldır Türkiye’nin aşmış olduğu “şahıs” adına iş yapmayan, genel kurallar çerçevesinde davranan bürokrasiden ayrıldığını belirtmiş oluyor zımnen.
Bu durum Türkiye bürokrasisinin çürümüşlüğü ile değil yapısal nedenler ile açıklanabilir. Hukuk devletinden uzak olmanın mütemadiyen zulümlere yol açtığını en üst yöneticilerin ifadelerinden öğreniyoruz artık.
Balyoz davaları, KCK davaları ile kumpas kurulması, şehirlere “ihanet” edilmesi ancak hukuk devletinden ayrılmakla mümkün olur. Hukuk devletinden uzaklaşmanın sebep olduğu mağduriyetin son örneğini Bylock uygulamalarındaki problemler nedeniyle 10.000 civarında insanın yanlış yere listelere dahil edildiği ve 1000 kişinin de bu haksız isnatlarla hapiste olduğu bilgisinin ana akım medyada dile getirilmesi ile gördük.
Daha kötüsü bu konularda inceleme yapan bir grubun bildirdiğine göre bu “hatalı” listede bulunan ve intihar ettiği öne sürülen dört insanımızın olması. Adil yargılamanın masumiyet karinesi, şüpheden sanık yararlanır, suç ve cezaların kanuniliği gibi pek çok ilkesinin ayaklar altına alındığı bu ortam bir insan hakları ve adalet krizidir.
AK Parti’nin kurulduğu ekonomik, siyasi ve uluslar arası bağlamdaki problemlerle bugünü karşılaştırmak için yerim kalmadı. Bu yüzden ayrıntıya girmeden özet olarak şunu söyleyebilirim: o dönem için alternatif bir partiyi doğuran krizler/sebepler bugün ya AK Parti’nin kendini toparlamasına veya bunları dile getiren güven veren bir siyasi oluşuma yol açacaktır.
Yorum Yap