- 29.11.2015 00:00
SANATIN KÖKENİ
(Hiçliğin İçindeki Hakikat)
Sanatın kökeni, hiçliğin içindeki hakikattir. Hiçlik adı üzerinde görünmekten hoşlanmaz. İşte sanat, gizlenmeyi seven hiçlikteki hakikati, açığa çıkarma girişimidir bir bakıma. Bu nedenle bâtının doğrusu, zâhirin yanlışıdır; dünya dediğimiz yaşamı, etkili biçimde sorgulaması bu yüzdendir. Çünkü bu-dünyanın doğrusu, kendi yanlışı tarafından sorgulanır.
Yaşamı kuran yaşam, karanlık olarak algıladığımız hiçliğin olanağıdır; sanat, bu olanağın görünüşe taşınması olarak algılandığında, yaşamı kuran yaşamın çocuğudur. Somut yaşam, yaşamı kuran yaşama göre daha eksiklidir. Sanat üretmek, görünmeyeni görünür yapmak ve görünmeyeni öğretmen, görüneni öğrenci kılmaktır. Görünmeyenin yanında durup görüneni, doğal olarak kendi öğrettiğini de eleştirmektir. “Heidegger sanatın nerede teşekkül ettiğini, nereden ‘kaynaklandığını’ sormaktadır. , aynı soruyla ayrıca sanat eserinin kendisinden neyin kaynaklandığını, neyin vücut bulduğunu da anlamaya çalışmaktadır… Bilindiği gibi Heidegger hakikati gizli yahut üzeri örtülü olanın ‘açığa çıkma’sı veya üzerinden ‘örtünün kalkması’ olarak görüyordu. Sanat hakikati açığa çıkarma, görünür hale getirme kabiliyeti bakımından biriciklik niteliğine sahiptir.” (1)
Kendiliğindenlik söz konusu olduğunda, açık olandan gizil olana, gizil olandan açık olana taşınma işini, doğa yapar aslında: Evren, doğanın yontusudur bir bakıma. Devriye(çevrim) kapsamında, önsüzden-sonsuza,spiral bir yay üzerinde, görünür olandan görünmez olana, görünmez olandan görünür olanakoşar durur doğa. Doğanın bu koşusuna, yani ruhun-düşüncenin âlemi dolaşması görüntüsü ardında her şeyin Tanrı’dan çıkıp yine Tanrı’ya varacağı algısını konu edinen nefesleredevriye adı verilir. (2)
Örneğin Kızılbaşlıkta varlıklar ya da insan, devir ya da çevrim adıyla anılan uzun bir yolculuğa çıkar. Işığın dönüşümleri biçiminde inanca taşınan, önce tanrısal kaynaktan uzaklaşma (kavs-i nüzul) daha sonra tanrısal kaynağa yükselme(kavs-i uruc) eğrilerinden oluşan bu yolculuk, özgün şiirlere konu olur. Birkaç örnekle yetinelim:
“Göklerden süzüldüm, tertemiz indim,/ Yere indim, yerli renge boyandım./ Boz bulanık bir sel oldum, yürüdüm,/
Çeşit çeşit türlü renge boyandım.
Azgın azgın çağlayarak, akarak,/ İnsafsızca tahrip edip yıkarak,/ Ne utandım, ne kimseden korkarak,/ Kusur, günah, kirli renge boyandım./
Yüzümü yere vurdum süründüm,/ Çok dolandım, ırmak oldum göründüm./ Eleklerden geçtim, yundum, arındım,/
Kâmilane kârlı renge boyandım.
Irmak olup kavuşunca denize,/ Dalgalandık, coştuk, taştık biz bize./ Çok zaman seyrettim aya, yıldıza,/ Aydın, parlak nurlu renge boyandım.
Veysel, yoktan geldim, yok oldum göçtüm,/ Ben diyenler yalan, gerçeği seçtim./ Bir buhar halinde göklere uçtum,/ Kayboldum, o sırlı renge boyandım.”
***
“Bulut olup ağdığımı bilirim,/ Boran ile yağdığımı bilirim,/ Alt’anadan doğduğumu bilirim,/ Kaç ebeden, kaç soruldum kim bilir?
Kaç kez gani oldum, kaç kere fakir,/ Kaç kez altın oldum, kaç kere bakır,/ Bilmem ki kaç katip ismimi okur?/ Kaç defterde kaç dürüldüm kim bilir?
Bazı nebat oldum toprakta sürdüm,/ Bilmem kaç atanın sulbünde durdum,/ Kaç defa Cennet-i Ala’ya girdim,/ Cehennem’e kaç sürüldüm kim bilir?
Kaç kez alet oldum, elde bakıldım,/ Semadan kaç kere indim, çekildim,/ Balçık oldum kerpiç kerpiç döküldüm,/
Kaç bozuldum, kaç kuruldum kim bilir?
Dünyayı dolaştım, hep kara batak,/ Görmedim bir karar, bilmedim durak,/ Üstümü kaç örttü bu kara toprak,/ Kaç serildim, kaç derildim kim bilir?
Gufrani’yim, tarikatım boş değil,/ İyi bil ki kara bağrım taş değil,/ Felek ile hatırcığım hoş değil,/ Kaç barıştım, kaç darıldım kim bilir?”
Koşunun ürünü bu evrendir; gökyüzüdür, yeryüzüdür ya da yer altı, yani her şeydir. Sanatçı bu çevrimi izlemez, kenarında-köşesinde dolaşmaz; içselleştirir ve onun bir parçası olur.
Parçası durumuna gelir gelmez, düşüncesini kendi aleyhine çevirir ve beş duyusunun ezberini kırar. Doğadan önce davranarak, belki de bir simyacınıngüdüsü içerisine kendini taşıyarak, karanlık biçiminde algılanan hiçliğin içindeki hakikati, onunsonsuz çeşitlilik olanağından yararlanarak görünüşe taşır. Daha doğrusu, nesnelliği ve yaşamı kuracak olan aklın izinde, kendini iptal ederek sanat olarak doğar. Sanat bu anlamıyla bir şeydir, ama doğadan önce davranılarak yaratıldığı için aynı zamanda hiçbir şeydir; önümüzde durmasına karşın, görünürler dünyasında bir örneği olmadığı için yok olandır ya da varolan şeylerden daha fazla bir şeydir.
Sanat eserine bakıldığında, okuyana; konusunun gizli yanını açığa vurur: Açığa vurduğunda, Yeryüzü dolu olduğu için sanat eseri, kendini yaratan sanatçıyı öldürerek kendisine bir yer açar, bir boşluk yaratır. Demek ki sanat, sanatçıyı iptal ederek sanat eserine yer açma çabasıdır. Böylece devriye kapsamında doğanın yaptığı işi deneyimlemiş oluruz. Doğadan önce davrandığımız için, deneyim dışı kalan sanat eseri olağanüstüdür; harkulâdenin çocuğu harikadır. Sanatçının, kendini iptal ederek ürettiği sanat eseri, hakikati özgürleştirir, gizlendiği hiçlikten dışarı çıkarır ve herkesle kucaklaşmasına olanak sağlar.
Tasarımdan da anlaşılacağı gibi, sanat eseri; bir var olanın, yani beş duyumuzla kavradığımız somutluğun bir yeniden üretimi değildir; tam tersine, duyumlarımızla kavrayamadığımız gizil nesnelliğin hakikatinin karanlıktan doğumudur. Bu durumuyla sanat, inkârın inkârıdır; görünürde var olanın inkârı ve sanatı üreten sanatçının inkârı.
İnkârın inkârı, sanat üreten sanatçının ya da bilgenin, kendi üzerindeki denetimi yitirmesiyle deneyimlenen bir şeydir; var olanlar soyulur, sanat üreten sanatçının kendisi de soyulur; geride hiçlik kalır. Yaratıcılığın sürekliliği yoktur; yaratıcılık da tıpkı aşk gibi sürekli değildir.
Sanatçı sanat üretebilmek için zâhir ve bâtın dünyayı terk etmek zorundaysa sanat eseri dünyaya şölenle gelmez: Sanatçı inler, sanat eseri ağlar; gözyaşları içinde bize merhaba der. Artık biçimin içine hakikat yerleştirilmiştir.
Zâhirde, yani var olanlar dünyasında, bir örneği olmadığı için sanat eseri bir şeyi temsil etmez. (3) Temsil etmediği için bizler sanat eserine bakarak olanaksızı istemeyi öğreniriz. Öyleyse sanatçı, sanat eserinin kökeni değil, nedenidir: Kökeni, sanat eserinin gizlendiği yerdedir. Doğa olmayan doğadaki hakikati, sanat eseri olarak kurma işi kesinlikle şiirseldir: Kuruluş tamamlandığında, sanat eserinden hiçliğe-hiçlikten sanat eserine rahatlıkla yolculuk yapabiliriz.
Özünde doğa da kendini kendi hiçliğinden üretir. Doğadan önce davranarak sanatçı, aynı hiçlikten sanat eseri ürettiğine göre sanat eseri, doğadan önce gelir ve doğanın geleceğine bir gönderme olarak yerini alır. Doğa, dokunulabilir, hissedilebilir ve algılanabilir yanından daha tam ve eksiksiz olarak kendi hiçliğindedir ya da kendi hiçliğindeki hakikatin doğum ürünü olarak sanat eserindedir.
Dünyayı-yaşamı eleştirme işini akıl değil, sanat yapar: Sanat, bu-dünyanın yanlışı, öbür-dünyanın doğrusudur. Karşıtlar birbirinin öğretmenidir, karşıtlar birbirini terbiye eder. Ölüm nasıl yaşamı terbiye ediyorsa, sanat da bu-dünyayı terbiye eder.
Sanat eseri, bir üretim değildir; yaratılmışlıkla örtülmüş(gizlenmiş) bir üretimdir: Üretim, yaratımın altında bir bakıma kendini gizler; sessiz kalır. Üretimden yaratıma bir sıçrama diyebiliriz. Sanat eseri, hiçliğin içindeki hakikatin doğumu olduğu ve zâhirde örneği bulunmadığı için saat zamanına uymaz: Işık saçarak kendini tüketen somutlar dünyası ölçü alındığında sanat eseri zamansızdır.
Bâtınîlikte, ister dil, ister simge, isterse insan söz konusu olsun, aynı donda düşünülür; yaşama taşınmak istendiğinde ses olmak koşuldur. Bu nedenle ancak ses çıkaran malzemenin(insan da buna dâhildir) üzerine anlam yüklenir. Söz gelimi bedene can, ruh ya da akıl eklemlenir. Bu durum, ruhsal olanın ya da gönül ürünü durumunda bulunanın, maddi durumda bulunanda tasarımlanabileceğini kanıtlar.
Sanat eseri, tanık bilinçtir, yoklayan-sorgulayan karşılık veren bilinçtir; tanıklığını doğru aracılığıyla değil, yanlış aracılığıyla yapar: Sanata zorunlu olmamız bir bakıma bundandır. Doğrudan yanlışa doğru bir yolculuğa çıkardığı için, ilişkisinde yoldan çıkma-yoldan çıkarma tehlikesini sürekli barındırır.
Sanatçı, sanat yaratabilmek için var olanların ötesine taşınmak, oradaki hakikati doğuma hazırlamak durumundaysa, bu aynı zamanda, zamanın doğumudur: Zaman ne zaman doğdu?, diye sorulduğunda –Zaman, karanlık, yani hiçlik gebe kalıp doğduğu zaman, demek gerekir.
Özgür bırakan, her zaman kendini saklayan şey(hiçlik) sırdır: Öyleyse özgürlük, hakikatin gizil nesnellikten fışkırarak çıkmasıdır. Demek ki sanatçı, özünde, bir özgürleştirme savaşçısıdır; özgürleştirme sürecinde özgür bırakılan hakikat, sırrın sırrıdır; bu nedenle kendisine giden yolu, hep yürünmemiş olarak bırakır. Sırrı saklayan sırrı, düşünme konusu yaptığımızda, zamanı ve özgürlüğü, hakikati içinde algılayabiliriz.
(1) Quigley, T. R.; “Sanat Eserinin Kökeni’: Bir Hülasa-Çev.: M. Sırrı Erer-; Heidegger-Çeviren ve Yay. Haz. Ahmet Aydoğan-; Say Yayınları; İstanbul- 2008; s, 321
(2) “Heidegger’e göre her türlü açılım şimdiye dek saklı kalmış olanın açılımıdır. Şu halde saklanma açılmanın temeli ya da iç imkânıdır, çünkü ancak bir zamanlar saklı olmuş olan açılabilir. Dolayısıyla Varlık hem kendini açma hem de kendini saklamadır….. fakat tıpkı ışığın kendisi gibi, onun kendisi de görülebilir değildir, her ne kadar başka şeylerin görünebilirliğinin nedeni olsa bile. ‘Varlık kendisini var-olanda açarken’ geri çeker… Dolayısıyla Varlık ve varolanlar arsındaki ayrım, yani Varlığın ‘sır’rı ya da ‘muamma’sı kendini açma olarak Varlık ile kendini saklama olarak Varlık arasında, tecrübe edebildiğimiz somut dünya açılımı ile açılma vuku bulurken ‘geri çekilen’ bir dünya açılımının temeli arasında bir gerilim olarak anlaşılabilir.(Bartky, S. L.; Geç Heidegger Felsefesinde Kökensel Düşünme; Heidegger-Çev.: ve Yay. Haz.: Ahmet Aydoğan-; Say Yayınları; İstanbul- 2008; s, 295)
(3) “Heidegger… açıkça yazar: ‘Fakat sanat hiçbir zaman bir şeyi temsil etmez; sırf temsil edebileceği bir şeyi olmamasından ötürü, çünkü eser sayesinde ilk kez açıkça görünür hale gelen şeyi ilk kez yaratır.’… Sanat eseri, işlenmiş veyahut imal edilmiş olduğu için değil, fakat bir varolanda Varlığı meydana getirdiği için bir eserdir…. Heidegger’e göre bilginin kendisi Varlığın bir vücuda getirilmesi, meydana çıkarılması olarak anlaşılabilir…” (Dastur, Françoise; Heidegger’in “Sanat Eserinin Kökeni”nin Freiburg Versiyonu; Heidegger-Çev.: ve yay. Haz.: Ahmet Aydoğan-; Say Yayınları; İstanbul- 2008; s, 334)
Yorum Yap