- 23.06.2016 00:00
Adalet ve Kalkınma Partisi demiyorum, çünkü öyle bir partinin varlığının artık bir anlamı kaldı mı bilmiyorum, ama Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son günlerdeki mesajlarından bu ülkede var olan kimlik çatışmasının önümüzdeki günlerde daha yüksek bir düzeye çıkacağı anlaşılıyor. Üstelik bu kimlik çatışması öyle bir noktaya doğru evrilmekte ki farklı kimliklerin çeşitli vesilelerle söz ya da yazı üzerinden birbirleriyle atışmasının ötesine geçip ciddi bir “fiziki çatışma” halini alması an meselesi. İki gün önce Cihangir’de, dün İstiklal’de görülen manzaralar bu çatışma ateşinin yakılmakta olduğunun işaretleri.
Ortada yanlış bir hesap olduğu açık. Böyle bir kutuplaşma siyasetinin taraftar konsolidasyonu amacını taşıdığı yorumu bence artık Cumhurbaşkanı’nın son cümleleriyle aşılmış durumda. Cumhurbaşkanı’nın Gezi olayları ile ilgili tehditkar ifadeleri, Taksim’e o meşhur (!) kışlanın yapılması konusunda Belediye Başkanı’na cesur olması gerektiğini söylemesi, yine Taksim’e camideki ısrarı bir “taraftar konsolidasyondan” çok, giderek açığa çıkan bir “laik kesim” nefreti ve laik kesime bir meydan okuma tavrı olduğu anlaşılıyor. Buradan da Cumhurbaşkanı’nın, şimdiye dek yalnızca siyasi alanda kendini gösteren bu kimlik geriliminin bir kimlik savaşına dönmesini arzuladığı gibi bir sonuca varmak bile mümkün.
Evet bu ülkede 1923’te, Cumhuriyetin kurulmasından sonra oluşan devlet anlayışı “Türklük” etrafında bir asimilasyon politikası olarak planlandı. O dönemin siyasi elitlerinin de bugünküler gibi bir “yeni Türkiye” amacı vardı ve bu amaç içinde “din işlerine”, “devlet işlerinin” dışında bir yer düşünülmüştü. Diyanet İşleri Başkanlığı adı altında bir devlet kurumu oluşturulmuş, bu kurumla “din işlerinin” düzenlenmesi amaçlandığı gibi, “İslami kesimlerin” devlet hayatına karışmalarının da önüne geçilmek istenmişti. Çünkü İslami kesimlerin de benimsedikleri, devletin ve toplumun nasıl yönetilmesi gerektiği ile ilgili farklı fikirleri ve farklı hayalleri vardı ve Cumhuriyeti kuran elitler bu kesimlerin bu taleplerini daha başlangıçta sistem dışına atmayı, ısrarlı olanların ise çeşitli baskılarla etkisiz bırakmayı amaçlamışlardı.
İşte İslami kesimde varolan “laik” kesim “nefreti” ya da biraz yumuşatarak söylersek “alerjisi” böyle bir geçmişe sahip. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ve çevresindeki siyasi kadroların benimsedikleri “dava” böyle bir nefrete dayanıyor ve öyle görünüyor ki Erdoğan bu davanın bütün gereklerini yerine getirme kararlılığına sahip. Son sözleri de bunun işaretleri...
Ama bu kararlılığın ve kimliksel meydan okumanın Türkiye gerçekleri bakımından bir karşılığı var mıdır diye bakarsak olduğunu söylememiz mümkün değil. Bırakın bir karşılığının olup olmamasını böyle bir kimlik çatışmasının ülkenin altına dinamit koymakla eşdeğer olduğu açık. Çünkü bu ülkedeki sosyolojinin böyle tek bir kimliğin egemenliğine müsaade etmeyeceği tarihsel olarak da kanıtlanmış durumda. Bunu da toplumun diğer kesimlerinden çok daha fazla Müslüman kesimlerin kendilerinin bilmesi gerekiyor.
Cumhurbaşkanının farklı kimlikler arasındaki husumetleri gidereceğine bu kesimlerden bazılarına (özellikle Kürtlere ve laiklere) meydan okuması, onları sindirebileceğini düşünmesi, toplumda doğru ya da yanlış oluşmuş ve sinir ucu haline gelmiş konuları yeniden gündeme getirmesi çok tehlikeli bir gidişin habercisidir. Bu gidişin topluma yaşatacakları ise hayallerimizi bile zorlayabilecek kapasitededir. O nedenle de sorumluluk sahibi herkesin aklını başına alması ve bu gidişe dur demesi gerekiyor.
Tabii her şey için çok geç olmadan...
Yorum Yap