- 7.02.2015 00:00
“Elazığ'a vardığımız zaman (Mahkeme Reisi) yanımıza geldi. Hoşça hasbihal ettikten sonra: ‘… Bakınız arkadaşlar… Ben vicdanımı Ankara'ya sattım. Bana as derlerse asarım, bırak derlerse bırakırım, bu sebeple siz Ankara'ya başvurup işinizi halletmeye bakın. Darılmaca yok…' demişti.”
Bu feci hadiseyi Suphi Nuri İleri anlatıyor; diğer tutuklu gazeteciler de teyit ediyor. Bahsi geçen Mahkeme Başkanı Mazhar Müfit Bey, Mustafa Kemal'in ısrarı neticesinde (biraz da korkusundan) tercihini Anadolu Hükümeti'nden yana kullanmıştı. Ve şimdi o çekingen adam, Milli Mücadele'nin önde gelen şahsiyetlerini yargılıyor, bazı sanıklar için idam cezası veriyordu.
İstiklal Mahkemeleri siyasî bir tasfiye aracına dönüşünce yargıdaki keyfîlik akıl almaz boyutlara ulaşmıştı. Zaten olağanüstü bir dönemden geçiliyordu. Özellikle Ankara İstiklal Mahkemesi'nin şımarık ve küstah cezaları dilden dile dolaşıyordu.
Farklı fikirlere mensup gazetecilerin duruşmaları gergin geçiyordu. İsmail Müştak Bey tecrübesini vesile ederek Ahmet Emin Yalman, Eşref Edip, Sadri Ethem ve Ahmet Şükrü'yü sessiz sedasız topladı: “Bizi asmak için bir falso yapmamızı istiyorlar. Gözlerinin üzerinde olduğu kimse Velid Ebuzziya Bey…” dedi. Gerçekten de Velid Bey gözünü daldan budaktan esirgemeyen bir gazeteciydi. İsmail Müştak, o gece bir başka noktaya dikkat çekti. Birkaç gün önce mahkemede Sadri Ethem, Eşref Edip'i göstermiş ve “Bu zâtla nasıl aynı suçla itham edilebilirim, ben onların fikirleriyle senelerdir mücadele ediyorum” diyerek ağlamıştı. İşte İsmail Müştak bunu hatırlatarak çok önemli bir uyarıda bulundu: “Sizler bizi asacak veya salıverecek kimselerin fikirle meşgul mü olacağını sanıyorsunuz?..”
Doğru söylüyordu. Maksat fikirler değildi. Ülkenin tamamını korkutmak için seferber olmuştu yargı bürokrasisi. Tabii ki korkan da olmuştu, kalemini iktidarın emrine teslim eden de. Lakin boyun eğmek çare değildi.
Suphi İleri Bey'in anlattığına göre: İdama nezaret eden bir adam vardı, haşin vazifesini bitirdikten sonra oturur tavla oynardı. İşte bu adam sık sık tutuklanan gazetecilerin yanına gelir, özellikle Velid Ebuzziya Bey'e dikkatli bir şekilde uzun süre bakardı. Velid Bey bu, korkar mı? Birkaç kez gülerek seslenmiş meslektaşlarına “Çocuklar! Bizimki yine geldi, boynumun ölçüsünü alıyor!”
Haziran 1925'te Elazığ Şark İstiklal Mahkemesi'ne tutuklanarak Şeyh Sait isyanı bahene edilerek çıkarılan muhalif gazeteciler: 1- İsmail Müştak Mayakon (İstiklal Gazetesi), 2-Sadri Ethem Ertem (Son Telgraf), 3-Ahmet Şükrü Esmer (Vatan), 4-Eşref Edip Ferman (Sebilürreşad), 5- Ahmet Emin Yalman (Vatan), 6- Velit Ebuzziya (Tasvir-i Efkar), 7- Suphi Nuri ileri (Son Telgraf), 8-Abdulkadir Kemali Öğütçü (Tok Söz-Adana) 9-Güzdüz Nadir (Soyha Gazetesi-Adana), 10-Fevzi Lütfi Karaosmanoğlu (Son Telgraf)
“Akıbetin belli: Asılacaksın!”
Mahkeme üyelerinden Ali Saip Bey sanıklardan nefret ediyor, daha yargılanma yapılmadan onları suçlu görüyordu. Ahmet Emin Yalman'a ayrı bir husumeti vardı mesela. İddiasına göre Yalman'ın başyazarlık yaptığı gazete çirkin bir fotoğrafını basarak kendisini küçük düşürmüştü. Ve sıra Saip Bey'de idi. Kısa bir süre çocuğu dünyaya gelecek olanYalman'ın yanına gelerek: “Üzülmene gerek yok. Akıbetin belli: Asılacaksın… Bu çok basit bir şeydir. Boynuna ilmek halinde ip takarlar. İpi çekerler. Bundan sonra hiçbir şey duymazsın. Görüyorsun ya, bu diş çektirmekten daha kolay ve rahat bir şey…”
Bu ne ilk iğnelemesiydi Saip Bey'in ne de son. “Duydum ki bebek bekliyormuşsun. Haberin olsun, ömrün vefa ederse 20 yaşına kadar çocuğunu göremezsin.” diyen de odur, “Baban da gazeteciymiş. Mahkeme suç ortağı olarak onu da çağıracak.” diyen de. Bir keresinde, “Sen dürzü müsün?” diye sual etmiş, bir defasında da “Kedinin kaç ayağı var?” diyerek sanığı aşağılamıştı.
Bak şu kaderin cilvesine! Aradan altı yıl geçer, artık gazeteciler serbest bırakılır, Mustafa Kemal'e düzenlenen bir suikast planında yer aldığı suçlamasıyla Ali Saip Bey hapse girmiştir, İstiklal Mahkemeleri'nde idamla yargılanmaktadır.
Yargı mensupları arasında bir insicam yoktu zaten. Liyakat de esas alınmıyordu. Bu uyumsuz hâkim ve savcıların birleştiği tek bir nokta vardı: Ankara'yı memnun etmek terfien bir makama ulaşmak. Bu amaç uğruna yapmayacakları zulüm yoktu.
Kim hain? kim kahraman?
Mesela gazetecilerin topyekûn tutuklanmasını talep eden Savcı Ahmet Süreyya Bey, bir dönem Balıkesir milletvekili olduğu için maznunlar tarafından da iyi bilinen bir adamdı. Abartılı konuşmayı, övünmeyi seven bir adam diye bilinirdi, “ihtirası” ile tanınırdı. Mustafa Kemal'in aleyhine konuşarak şöhret kazanmış bu kişi daha sonra İsmet Paşa'ya yaklaşarak savcılığa getirilmişti.
Gazeteciler Elazığ hapishanesine getirilmeden Süreyya Bey tevkif müzekkeresini imzalayıp hemen oradan ayrılmıştı. Onun yerine gelen Avni Bey, açılan davanın çürük olduğunu anlamış; ama renk vermeyerek duruşmanın sonunu beklemişti.
Avni Bey, hatıralarında İstiklal Mahkemesi heyetinin ne kadar uyumsuz fertlerden oluştuğunu anlatıyor. Elazığ için yola çıkan mahkeme heyetinin nasıl protokol krizi yaşadığını hatta meselenin küfür ve atışmalara kadar tırmandığını naklediyor ve diyor ki: “Herkesin kendine göre bir politikası, kendine göre bir hukuk anlayışı vardı. Hâkimler karar için bir odada toplandıklarında sık sık görüş ayrılıkları kendini gösterir, kavgalar başlar, bazen tabancalar çekilirdi.”
Ortada hak-hukuk yoktu ki! İnsaf, vicdan da kalmamıştı. Ankara'dan bütün muhaliflerin susturulması emrediliyor, hâkim ve savcılar da çadır tiyatrosuna benzeyen davalarda rollerini yerine getirmeye çalışıyordu. Düşünebiliyor musunuz; mahkeme üyesi Hâkim Ali Saip, idam cezası verdiği kişileri artık sayamadığını söyleyip övünüyor ve her fırsatta şöyle diyordu: “Ben Mustafa Kemal'in tek bir kılı için yüz bin darağacı dikerim.” İşte bu hâkim, bir gün “Atatürk'e karşı kökü dışarılarda düzenlenmiş bir suikast” ithamıyla tutuklandı. Oysa o dönemde milletvekiliydi. Önce dokunulmazlığı kaldırıldı sonra tevkif edildi. Dokunulmazlığının kaldırılmasını Meclis kürsüsüne gelerek kim teklif etmişti biliyor musunuz? İsmet Paşa.
Siyaset ve hukuk iç içe girince kimin “hain”, kimin “kahraman” ilan edileceği ve hangi zulmün kime reva görüleceği asla bilinemez.
1925'te Elazığ hapishanesinde tutulan saygın gazeteciler tabii ki defalarca rencide edildi; ama düzmece davaların sonsuza kadar sürdürülmesi mümkün değildi. Avni Doğan (savcı), hatıralarında (Kurtuluş, Kuruluş ve Sonrası/Dünya Yayınları) diyor ki: “Şeyh Said'in gazete muharrirlerinin birer birer isimlerini söyleyerek yaptığı isnadın iç yüzünü sıkı bir tetkikten sonra öğrenmiş bulunuyordum. Şeyh Said'in gazeteciler hakkında yaptığı beyanat, kendi fikir ve kanaatinden doğmuş değildi. Ona telkin yapılmış, muayyen isimler verilerek bunları itham ederse cezasının hafifletileceği vaat edilmişti.”
Hukuk işlemezse...
Yani? Davanın sonradan atanan ve otuzlu yaşlarda olduğu için en genç mahkeme üyesi olan savcısı Avni Bey diyor ki; “Dava düzmece, ifadeler uydurmacaydı.”
Gazeteciler uzun bir zulüm döneminden sonra serbest bırakıldı. Ne var ki siyasî atmosferdeki boğucu hava devam ediyordu. Serbest kaldıktan sonra İsmail Müştak, Ahmet Emin Yalman ve Suphi İleri Ankara'ya gitti. Bir otele yerleşmişlerdi. Sabah ilk uyanan Suphi Bey, manzarayı aynen şöyle naklediyor: “Başımı pencereden uzatınca ne göreyim? Şehrin merkezindeki bu otelin nâzır olduğu meydanda pek çok darağaçları ve biz uykudayken asılmış adamlar…”
Bir kere hukuk rafa kaldırıldı mı; insanların mağduriyetlerinin önüne geçilemiyor. Zaman alıyor normalleşme. Sabır istiyor, metanet istiyor, cesaret istiyor. Ve haksız uygulamalar bir gün mutlaka son buluyor. Nitekim 1925'te tutuklanan bütün gazeteciler serbest kalmış, adlarını tarihe yazdırmıştır. Zaaflarıyla, endişeleriyle, cesaretleriyle o insanları çektikleri çileden dolayı bugün saygıyla yâd ediyoruz. Ya astığı astık, kestiği kestik yargıçlar! Kraldan çok kralcılık taslayan savcılar! Kısacası “vicdanını Ankara'ya satanlar”. Hiçbirinin ardından güzel şeyler söylenmiyor. Ve tarih med-cezirler eşliğinde akıp gidiyor. “Vicdanını Ankara'ya satanlar”ın evlatlarına iftiharla anlatabileceği tek bir satır kalmıyor günün sonunda. Tarih bin kez aynı gerçeği haykırıyor hepimize: Zulüm ile payidar olunmaz...
Yorum Yap