ABDÜLHAMİT ÜZERİNDEN TÜRKÇÜ-İSLAMCI KAPIŞMASI VE ÇAĞRIŞTIRDIKLARI!

  • 6.07.2020 00:00

 Geçen hafta Merdağ Yanardağ,  Emre Kongar ile birlikte TELE 1’de yaptığı 18 Dakika programında, Abdülhamit’in Mutlakıyet yönetimini “Aşağılık Diktatörlük” olarak ilan edince birden ortalık karıştı. Ana akım medyada açık oturumlarda Yanardağ kınandı. TELE 1 de bu salvoya karşı yine İslamcı bir Yazar olan Mehmet Akif Ersoy’un Abdülhamit’e yönelik suçlamalarını ekranlarına taşıdı.

Gerekçeleri farklı da olsa ardından TELE 1 ve HALK TV’ye gelen 5 günlük ekran karartma cezası ile bu tartışmaya nokta konulmuş oldu.

Bu tartışma bana, İslamcılığın ve Türkçülüğün tarihten gelen bagajlarının ne kadar dolu olduğunu hatırlattı.

***

Türkçülük-İslamcılık tartışması bu toplumun modernleşme sürecine damgasını vurmuş bir tartışmadır. Bu tartışmanın her iki tarafında yer alan inanç, düşünce, davranış kalıpları Modernleşme Sürecinde üretilmiş ve kullanılmış birer araçtırlar.

Şekillenişlerinde içinden çıktıkları toplumun öne çıkan ihtiyaçları, topluluklar arasında kurulan ilişkiler, kültür çatışmaları önemli rol oynaştır. Bunların hangi koşullarda nasıl ortaya çıktıklarını, dışarıdan gelen tehdide karşı kendilerini nasıl savunulduklarını anlamak,  bu coğrafyada toplumsal değişimin belli başlı kodlarını anlamayı da kolaylaştıracaktır.

Tarih okuma işi bunlar üzerinden yapılırsa daha anlamlı olur. Belirli inanç, düşünce,  davranış kalıpları içinde sıkışmış gruplar arasında tarihi kişilikler üzerinden süre giden tartışmaların taraflar arasındaki küllenmeye yüz tutmuş yaraları kaşıma yolu ile açma dışında bir getirisi olmaz.

Türklerin topluca İslamiyet’i kabul etmesi ile Osmanlı Devletinin ortaya çıkışına kadar geçen süreçte, Batıni düşüncelerin bu kültürde yaygın olduğunu herkes bilir. Bunun bir nedeni de Batıni kültür içinde Şaman geleneklerinin de kendine yer bulmuş olmasıdır. Görünüşe (Zahir’e), forma değil de, görünenin arkasında yatan Öz’e (Batın’a) verdiği önem ile Batınilik, içinde farklı İslami, felsefi yorumların ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. Batıni kültür içinde 800-1200 yılları arasında İslam Aydınlanması yaşanması (Farabiler, İbni Sinalar, Buriniler, İbni Rüştler, İbn-i Haldunlar vb..) bundandır.

Bu süreçte Anadolu’da Ahilik örgütleri, Fütüvvet Örgütleri, Abdalan-ı Rum’lar (Abdal Gaziler), Bacıyan-ı Rumlar (kadın örgütleri), Tekkeler, Zaviyeler Batıni kültür içinde birer özerk yapılar olarak karşımıza çıkarlar. Anadolu’nun Türkleşmesinin moral dayanaklarını oluşturmuştur bunlar.

Bütün bu yapılar Osmanlı Devleti’nin kuruluş sürecinde (1300-1450 arasında) İlmiye sınıfı içinde kontrol altına alındılar. Şeyhler önce Ümera’nın, sonra devletin kontrolüne girerken Batıni kültür de yerini Sünni İslam’a bıraktı. Arazileri ya birer vakfiye haline dönüştüler ya da birer Tımar haline geldiler.

Bu süreçte aynı zamanda Türkmen Aristokrasisi geleneği de, yerini Kapıkuluna içinde karar almaya (Divan’a) bıraktı. Böylece ortaya, son derece merkeziyetçi bir Ordu-Devlet ortaya çıktı. Bütün bu gelişmede Sünni İslam’ın koruyuculuğunu üstlenen Medreselerin rolü büyüktü.

Bunları şunun için anlattık: Osmanlı Devleti, kendini meşrulaştırıcı moral dayanak olarak Sünni İslam’ı seçmeseydi, Türkmen Aristokrasisinin yerini Kapıkulu almasaydı, Osmanlı üç kıtaya hükmedebilecek siyasi bir organizasyon haline gelemezdi. Savaşları haklı gösterecek bir ilkeye de (gaza ilkesine) sahip olamazdı.

Bu noktaya herkesin kendi özgül inancı içinde birbirine bağlandığı Bâtıni kültür içinde ulaşamazdı. Ancak kendi içinde örfi kültüre başat rol biçen bir kalıba (forma) bürünmüş Sünni İslam, ona bu moral dayanağı sağlayabilirdi. İslamcılığın tarihsel kökenini kavramak için, Sünni İslam’ın Osmanlı Devleti’nin gelişmesine yaptığı katkıyı anlamak gerekir.

Medrese Eğitimiile sisteme meşruiyet kazandıracak, toplumsal ilişkileri şerri hukuk zemininde sürdürecek İlmiye Sınıfı (Ulema) üretilirken; Saray Eğitimi içinde ise Padişahın ve Devletin hizmetini görecek Kapıkulları (Enderun’da) ve Padişahı ve Devleti kollayacak Koruyucular (Yeniçeri Ocağında) üretildiler.

Osmanlı Devleti, ikiz kardeşler Şerri Hukuk ve Örfi Hukuk zemininde kendine Ordu Devlet karakterini verecek özgün merkeziyetçi yapıya böyle ulaştı. Tımar Sistemi ile savaşlar finanse ediyor, İlmiye Sınıfı ile sisteme meşruiyet kazandırılıyor, Kapıkulu ise Padişahın hizmetlileri ile koruyucularından oluşuyordu. Osmanlı Devletinin Yönetici sınıfı buydu.

Savaşlardan gelen getiri bu “Devleti” ayakta tutan en önemli kaynaklardan biriydi. O yüzden “Savaş” temel ihtiyaçtı. Sefere çıkmada gecikme olunca, orduda huzursuzluk baş gösterirdi. Savaşmadan teslim olunca üç gün yağmalanmaktan kurtulduğu için ablukaya alınan kentlerin teslim olması da pek istenmezdi. Nitekim İstanbul’un Fethi sırasında Galata, yağmalanmaktan böyle kurtulmuştu.

Osmanlı da, toplumsal ilişkiler içinde Batı’da edindikleri içerikleri ile “Sözleşme”, “Mülkiyet” gibi kavramlar hiç kullanılmadı.

Osmanlı aynı zamanda, Allah ile Kul arasındaki ilişkiden kaynağını alan Padişah-Kapıkulu, Pir-Mürit, Hoca-Talebe, Usta-Çırak arasında bir konsensüse göre kurulu, bire bir ilişkiler sistemiydi. Bu ilişkinin bir yanında kollama, koruma, ihtiyaçların karşılaması; bir yanında koşulsuz Biat bulunurdu. Mülkiyet ise, zenginlik kaynağı değildi, çünkü hukuki bir güvenceye sahip değildi. Mülk (Devlet) sonuçta Padişahındı. Zenginlik, Padişaha yakın, en yakınına yakın olmaya bağlıydı. Gözden düşenin canına olduğu gibi malına da el konulurdu.

Bu sistem, bütün zamanlar için ayakta duracak bir “An-ı Daim”, “Nizam-ı Devlet” idi. Esas olan değişmezliği korumaktı. Oysa yaşamın kuralı ise “değişmeyen değişir” idi. Öyle de oldu.

İslamcılık, bir ideolojik yapı olarak Modernleşme Dönemin ürünüdür. Fakat Osmanlıda bütün isyanların Padişahın Şeriata uygun davranmadığı için çıktığı bilinmez ise, bu ideolojinin gücü anlaşılamaz.

***

Türkçülük de, Modernleşme Döneminin ürünü bir başka ideolojik yapıydı. Siyasi birliğin sağlanmasında “Osmanlıcılığın” tedavülden düştüğü, unsurların (Anasır’ın) kendi yolculuklarına çıktığı, İttihadı İslam’ın ise mevcut sınırları güvence altına almaya yetmediği yerde bir ihtiyaç, bir zorunluluk olarak ortaya çıktı. Bu topraklarda Ermeni, Yahudi, Rum, Kürt varlığına karşı mücadele içinde güçlendi, kendini buldu. Bu ideolojinin bagajı da bu nedenle doludur.

Türkçülük, hep İslamcılık ile bir uzlaşma arayışı içinde kendini ifade etmeye çalışmıştır. Fakat aynı zamanda bir İslam Devleti olan Osmanlı Devleti’nin kurucusu Fatih’i ve iyi zamanlarının son temsilcisi Kanuni’yi yere göğe koymayacaksınız da, sistemin çöküşünü, modernleşme döneminin araçlarını kullanarak önlemeye çalışan Abdülhamit’i “Aşağılık Diktatör” ilan edeceksiniz. Bu olacak iş değil.

Osmanlı’da bütün şehzadeler, Sarayın Şimşirlik denen bölümlerde, her an öldürülme korkusuyla hapis hayatı yaşadılar. Tahta çıkma şansı bulanları da kâbuslarla yaşamak zorunda kaldılar. Abdülhamit de bunlardan biriydi. Meşrutiyet’i ilan etme sözü vererek Padişah oldu. İlk işi de bu sözü verdiği Mithat Paşa’dan kurtulmak oldu. Geleneksel merkeziyetçi yapıyı yeni koşullarda ayakta tutabilmek için Modernleşme ile gelen imkânları kullandı. Modern Eğitim, Modern Ordu, Teknoloji, Hafiyelik ve Din II. Abdülhamit’in kullandığı belli başlı araçlardı.

Modern Eğitim, İdadiler, Sultaniler, Öğretmen Okulları İstanbul dışında Anadolu’da onun döneminde yaygınlaştılar. Çünkü Abdülhamit’in, sistemi güçlendirebilmek için taşrada kendini temsil edecek elit’i yetiştirmeye ihtiyacı vardı. Ama bu, tehlikeli bir işti. Çünkü Modern eğitim içinde yetişecek “Jön Türkler” başına çorap örebilirdi. Ördüler de.

Açtığı Modern Eğitim kurumlarında, programların içeriğini alabildiğine dinleştirmesi bundandır. Ve her okulun başına bir müfettiş (hafiye) yerleştirerek programların hayata geçmelerini sağlamaya çalışmıştır. AKP bugün bunu okul müdürleri eliyle yapmaya çalışmaktadır.

Modern Eğitimin Teftiş Kurumu II. Abdülhamit’in Mutlakıyet döneminde ortaya çıktı. Onun zamanında öğretmenlik meslek haline geldi. Onun döneminde Darülfünun‘un bazı bölümleri, Galatasaray lisesinin bünyesinde ancak faaliyet gösterebildiler.

Ama II. Abdülhamit bütün bu önlemlerle, korktuğunun başına gelmesini önleyemedi.  Her türlü baskıya, hafiye takibine, sürgüne, hapse rağmen Tıbbiye, Hukuk, Harbiye, Mülkiye’de yetişen Jön Türkler Meşruti yönetim için bir araya geldiler. Fakat sonuçta, Modern Eğitim içinde devleti kurtarmak için yetişmiş birer Halaskar (kurtarıcı) idiler.

1903 de Paris’te yaptıkları ilk kongrede “Devleti öyle mi kurtaralım, böyle mi” tartışması içinde bölündüler. İttihat Terakki, Türkçü, Merkeziyetçi, Otoriter, Bağımsızlıkçı bir çizgi izlerken; Hürriyet ve İtilaf ile Ahrar Fırkası daha Osmanlıcı (İttihat-ı Anasır –Unsurların Birliği), daha özgürlükçü, İslamcı, liberal, Adem-i Merkeziyetçi bir çizgi izlediler.

Türkiye Cumhuriyet’inin kurucuları, bu siyasi iklim içinde yetiştiler.

İttihat ve Terakki’nin 1912’den sonra kontrol ettiği rejim, Abdülhamit’inkinden daha az otoriter değildi. Yanardağ, Mehmet Akif’in Abdülhamit’e yazdıkları kadar Tevfik Fikret’in İttihat Terakki için yazdığı  “Yiyin Efendiler Yiyin Bu Han’ı yağma sizin” şiirini de hatırlamalı, diye düşünürüm.   

Türkçülerin bagajı da Adana Katliamı’nda (1909),  “Amele Taburlarında (1915),  Tehcir Kanunu ile (1915) Ermenilere yaşattıkları ile doludur. Bunlar hep İttihat Terakki Döneminde oldu.

Cumhuriyet Döneminde de 1934 yılında Çanakkale ve Trakya’da, daha sonra Varlık Vergisi ile Yahudilerin yaşadıklarını, 1937’de Dersim’de Kürtlerin yaşadıklarını, 6-7 Eylül olaylarında Rumların yaşadıklarını hatırlamak gerekir. Sonra arkadan Kahraman Maraş, Çorum olayları, 23 yıl önce Sivas’ta yaşananlar gelir.

Velhasıl bu topraklarda bu işlerin ardı arkası hiç kesilmemiştir.

Demem o ki sorgulanacaksa kişiler değil, yol açtıkları trajedilerde bu ideolojilerin rolleri sorgulanmalıdır. Ve asıl olan bu sorgulamayı kimliklerini bu ideolojiler içinde bulmuş vicdan sahibi, dürüst insanlar yapmalıdırlar.

Kendilerine geçmişte sahip çıktıkları ideolojinin sebep olduğu sevimsiz bir olay hatırlatıldığında “karalama”, “nefret söylemi” gibi savunma mekanizmaları geliştirmek yerine, “ya sahi bizim takım insanlara bunları da yaşatmış, bu işler yanlış işler” demeleri daha dürüstçe olmaz mı?

Örneğin Saadet Partisi ileri gelenleri 2 Temmuzda çıkıp “23 yıl önce Sivas’ta Madımakta yaşananlardan üzüntü ve utanç duyuyoruz” deselerdi.

Yine aynı gün CHP’nin Ulusalcılarından birileri çıkıp (Mesela Sayın Yanardağ ya da Sayın Kongar) “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyaları ardından 86 yıl önce bugün Yahudilerin evlerinin, dükkânlarının yağmalanmasını kınıyorum” deseydi.

Gelecek için bu, daha umut verici olmaz mıydı?

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums