- 15.06.2013 00:00
Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP veya kendi deyişleriyle Ak Parti), Türkiye’nin en eski toplumsal akımı olan İslami hareketin doğurduğu siyasal bir oluşumdur. Ancak bu özelliği nedeniyle AKP’yi islami bir parti olarak nitelendirmek doğru değildir, çünkü bunun bilimsel bir temeli bulunmamaktadır. Parti programı, kongre ve seçim raporları, parti yönetiminin açıklamaları taranırsa, islami bir parti olduğunu kanıtlayan tek bir veriye rastlanamaz.
Ancak partinin ana ve yerel kadroları açısından durum farklıdır. Kadrolarının büyük bir çoğunluğunun, özellikle merkez kadrolarının Erbakan’ın Milli Görüş hareketinden geldiği biliniyor. Bu nedenle AKP’yi islam orijinli muhafazakar bir parti olarak nitelendirmek sanırım pek yanlış olmasa gerek. Zaten muhafazakarlık büyük ölçüde dini referanslara dayanan bir olgudur. Bu anlamda AKP bir istisnayı oluşturmamaktadır.
Kemalistler ve İslamcılar
Bilindiği gibi, İslami hareket, cumhuriyeti kuran Kemalist kadrolar tarafından uzun yıllar baskı altında tutuldu. Çünkü Kemalist yönetim dinin devletin kontrolü altında tutulması gerektiğini, eğer serbest bırakılırsa şeriatı getirmek isteyenler tarafından kullanılabileceğine inanıyordu. Positivist bir temele dayanan Kemalizm, benzerleri gibi, aklın inançtan önde olduğunu, inancın akıl tarafından her zaman denetlenmesi ve dizginlemesi gerektiğini, aksi halde kötü niyetli insanlar tarafından kullanılabileceğini düşünüyordu. Onlara göre kişi ile Allah arasındaki halifelik ve ulema gibi tüm aracı kurumlar dinin gerçek özelliğine aykırıydı ve ortadan kaldırılmalıydı. Bu nedenle tarikatlar yasaklandı, tekkeler kapatıldı, camiler dışındaki cemaat temelli dini ritüellere izin verilmedi. Bu toptancı ve baskıcı tutumuyla Kemalizm aslında dindar insanları dini cemaatlerin kucağına itmiş oluyordu. Çünkü onlar dindar insanlarla siyasal islam arasındak herhangi bir fark görmüyor, hepsini aynı kefede değerlendiriyordu. Dini cemaatlerin bugün geniş dindar kitlesini sıkıca kontrol edebilmesinin nedenlerinden birisi de Kemalistlerin bu toptancı, ayırımsız politikalarıdır.
Kemalistler dinin devlet tarafından kontrol edilmesini ‘laiklik’ olarak adlandırdılar ve laikliği Türkiye’ye kendilerinin getirdiklerini ileri sürdüler. Aslında bunlar gerçeğin tam ifadesi değillerdir. Çünkü Kemalistlerin getirdiğini ileri sürdüğü‘laiklik’ kendine özgüydü ve Batı’daki klasik anlamından oldukça uzaktı. Çünkü laiklik, en basit tanımıyla din ile devlet işlerinin birbirinden ayrı tutulmasıdır. Kemalistlerin getirdiği ‘laiklik’ işe dinin devletin sıkı kontrolü altına alınmasından başka bir şey değildi.
İkincisi, Türkiye’nin laikliği Kemalist cumhuriyet dönemiyle başlamadı. Türkiye’de, Osmanlı Devleti’nden buyana sürekli olarak islami hukukun alanını daraltan bir süreç işliyordu. İlaveten, Osmanlı Devlet’nde, Halifelik ve Şeyhülislamlık kurumuna rağmen hiç bir döneminde tam anlamıyla bir şeriat (İslam Hukuku) sistemi geçerli olmadı. Dinin devlet tarafından kontrol altına alınması konusunda ise Türkiye Cumhuriyeti, Osmanlı Devleti’nden daha sıkı kurallara sahipti.
AKP’nin ‘kendine demokratlığı’
Elbette yeni cumhuriyetin yöneticileri tarafından islamcılara, dindarlara yönelik baskılar hiç bir zaman Kürdlere, sosyalistlere, liberallere, demokratlara yönelik baskılar kadar ağır olmadı. Ancak bu negatif tutum bütün bir cumhuriyet tarihi boyunca devam etti. Bu nedenle islami kadrolarda ‘memleketin yeni efendisi’ konumundaki Kemalistlere karşı bir karşıtlık, hatta nefret oluştuğunu söylemek yanlış olmaz.
Ancak bu karşıtlıktan Kemalizmin otoriter tarzına yönelik bir demokrasi projesi çıkmadı ve çıkamazdı. Çünkü AKP nihayetinde ‘biat kültürü’nden gelen bir harekettir. İtaat etmek ve ettirmek bütün dinlerde olduğu gibi Islamda da kullanılan enstrümanlardır. Bu kültüre sahip bir hareketten tam ve gerçek anlamda demokrat olmalarını beklemek abestir. Unutmamak gerekirki demokrasi sadece belli başlı özgürlüklerin basit bir toplamı değildir, o aynı zamanda bir kültürel birikimdir, köklü bir gelenektir ve en önemlisi de bir yaşam tarzıdır. İslami hareketten gelen kadroların bu noktaya erişmeleri, demokrasiyi bir yaşam tarzı olarak sindirebilmeleri için, sokak diliyle söylersek, daha çok ‘fırın ekmeği yemesi’ gerekir.
AKP’nin demokratlığının bir marjı vardı. O iktidarı ele geçirip kendine malededecek ölçüde ve çerçevede Kemalizme karşıydı, yoksa onun yarattığı otoriter kurumlara ve yönetme tarzına karşı değildi. Nitekim yönetime geldikten sonra Diyanet’i benimsemesi ve güçlendirmesi, Kemalist kadroları gerilettikten sonra orduya, istihbarat ve emniyet teşkilatına dört elle sarılması bir tesadüf değildir. Bu aynı zamanda AKP’nin demokratlık sınırlarını da belirlemektedir. O, işine geldiği ölçüde demokrat, işine gelmeyince otoriter yöntemlere başvuran muhafazakar bir partidir. Bu özelliği itibariyle AKP sadece ‘kendine demokrat’tır, yoksa bütün toplumu kapsayacak anlamda tam bir demokratlık hiç bir zaman söz konusu değildir.
Aslında AKP’nin bu ikili özelliği baştan beri biliniyordu. Ancak buna rağmen demokratlar AKP’nin Kemalist vesayet kurumlarına karşı açtığı savaşı desteklediler, çünkü Kemalistler Türkiye’nin demokratikleşmesinin önünü tıkıyordu ve bundan en fazla rahatsız olan ve acı çekenler de demokrat insanlardı. Özellikle Olağanüstü Hal ve DGM gibi anti-demokratik kimi yasaların ve uygulamaların kaldırılması, askeri ve yargı vesayetinin geriletilmesi Türkiye’nin demokratikleşmesi anlamında olumluydu ve demokratların bunları desteklememesi düşünülemezdi bile.
AKP rota değiştiriyor
Bu süreç 2010 yılında yapılan anayasa değişikliği referandumuna dek sürdü. Referandumda destek oranının yüzde 58 civarında çıkması AKP’yi cesaretlendirdi, ona büyük bir özgüven kazandırdı. Bu desteği partilerine verilen destek olarak algılayan veya algılamak isteyen AKP yöneticileri bu tarihten sonra farklı bir yol izlemeye başladılar. Partilerinin kapatılması tehlikesi ortadan kalkmış, askeri ve yüksek yargı vesayeti geriletilmiş, Ergenekon ve benzeri davalarla Kemalist kadrolar sindirilmiş, medyanın önemli bir kısmı yandaş sermaye gruplarına peşkeş çekilmiş, bir kısmı devlet ihaleleriyle baskı altına alınmış, yoğun kadrolaşma ile bürokrasi ele geçirilmişti. Artık liberallerle ve demokratlarla birlikte yürümenin bir anlamı kalmamıştı. Bundan sonra yol tek başına yürünecek ve karşı gelen herkes ya ezilecek, ya da bir kenara atılacaktı.
KCK operasyonları adı altında sivil Kürd siyasetçilere yönelik gözaltı ve tutuklamalar, Alevilere yönelik küçültücü ve hakaret içerikli açıklamalar, liberallere yönelik dışlayıcı tutum işte bu değişimin bir sonucudur. Alkol içimine getirilen sınırlamaları, ‘dindar gençlik yetiştireceğiz’ söylemlerini, müfredata zorunlu din dersi konulmasını, Çamlıca’nın tepesine selatın camisi inşa etmek istemelerini, Geziparkı’nı korumak için direnenleri ‘çapulcular’, ‘marjinaller’ diye nitelemelerini bu çerçevede okumak gerekir. Bütün bunlar gösteriyor ki Adalet ve Kalkınma Partisi, şimdiye dek izlediği sadece ‘kendine demokrat’ barutunu da bitirmiş durumdadır ve bundan sonra giderek daha otoriter bir yol izleyecektir. Ancak burada hemen ifade etmek gerekir ki rüzgar eken fırtına biçer. Siyasal tarih bunun sayısız örnekleriyle doludur.
Taksim direnişinin olası sonuçları
Kabul etmek gerekir ki Taksim Geziparkı direnişi çevre duyarlılığı olan bir grup gencin sıradan bir eylemi olarak başlamış ama birçok etkenin biraraya gelmesi nedeniyle geniş çaplı bir isyana dönüşmüştür. Bu isyan AKP iktidarı süresince ortaya çıkan en büyük direniş olmak özelliğini taşımaktadır. Eylemin çapı, kapsamı, amacı ve ulaştığı boyutlar itibariyle ciddi bir toplumsal kırılma noktası oluşturduğu şimdiden anlaşılmaktadır. Bu direnişin Türkiye’nin siyasal ve toplumsal yaşamı üzerinde bir takım etkilerinin olması kaçınılmazdır.
Peki bu isyanın olası sonuçları neler olabilir?
En başta bu direniş AKP’nin ön kusur yıldır titizlikle yansıtmaya çalıştığı halk tarafından desteklenen başarılı yönetim imajını bozdu. Bunun yanında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın karizması ilk defa, üstelik başarı grafiğinin en yüksek olduğu ve kendisine göre dizayn edilmiş başkanlık sisteminin gündeme geldiği bir anda çizildi. Bunların bazı sonuçlarının olmaması düşünülemez. Önümüzdeki iki yıl içerisinde 3 seçimin olacağını ve bunların AKP’nin ve Erdoğan’ın geleceği üzerinde hayatı derecede öneme sahip olduğunu düşünürsek konunun önemi daha iyi anlaşılır.
Sadece içeride değil, bölgesel ve uluslararası platformda da Erdoğan’ın ve Türkiye’nin imajının yara aldığı bir gerçektir. Ortadoğu’ya ve İslam alemine lider olmak, model bir ülke olarak ‘soft power’ gücünü güçlendirmek tezleri muhtemelen buzdolabına konulacak, bir süre dolaşıma çıkarılmayacak ya da fazla dillendirilmeyecektir.
Bu direniş AKP’nin yıllardır elinde tuttuğu İstanbul Belediyes’ndeki hakimiyetini tehlikeye sokabilir. İstanbu Belediyesi’nin ellerinden gitmesi demek, hemen akabinde yapılacak cumhurbaşkanlığı ve genel seçimin tehlikeye girmesi demektir. Ayrıca bütün siyasi geleceğini önümüzdeki seçimde cumhurbaşkanı veya mümkünse devlet başkanı olmak üzerine kurgulamış olan Erdoğan’ın seçilmesi de risk altındadır. Bunun AKP içerisinde dalgalanmaya yolaçması kaçınılmazdır. Nitekim parti içerisinde farklı sesler her zamankinden fazla çıkmaya başlamıştır.
Ama bütün bunlara rağmen AKP’nin önümüzdeki seçimleri kaybetmesi beklenmemelidir. Çünkü AKP’yi destekleyen seçmenlerde bir geri çekilme ya da panik havası bu satırların yazıldığı sırada söz konusu değildi. Ancak AKP’nin ve lideri Erdoğan’ın karizmasının çizildiği, siyasetin taşlarının yerinden oynadığı da bir gerçektir.
Unutmamak gerekir ki AKP’nin yıllardır iktidarda kalmasına rağmen konumunu korumasının nedeni sadece din temelli muhafazakar mesajları, kimi demokratik reformlara imza atmaları ve hizmet grafiğinin yüksek olması değildir. Kanımca en önemli nedenlerden birisi siyasi alternatifinin olmamasıdır. CHP’nin ve MHP’nin içinde bulunduğu durum göz önünde tutulursa ne demek istediğimiz daha iyi anlaşılır. AKP ile ve birbirleriyle milliyetçilik üzerinden yarış yapan bu partilerin bunun dışında kitlelere sunacağı bir vizyonları bulunmamaktadır.
AKP’nin alternatifi daha fazla milliyetçilik, daha fazla hamaset veya daha fazla polemik değildir. AKP’nin alternatifi daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi, daha fazla sosyal adalet, daha fazla refah, daha fazla barış, daha fazla çevre duyarlılığı olabilir. Bunu sağlayabilecek bir siyasi oluşum ne yazık ki şu anda mevcut değildir ve yakın zamanda olabileceği konusunda da herhangi bir işaret maalesef bulunmamaktadır.
Kanımca Türkiye’nin en büyük sorunu budur ve bu sorun çözülemediği sürece yeni toplumsal patlamaların olması kaçınılmazdır. Taksim Geziparkı direnişi bu patlamaların ilkiydi ama herhalde sonuncusu olmayacaktır.
Türkiye yeni toplumsal olaylara gebedir.
KUYEREL
Yorum Yap