- 27.08.2018 00:00
Tarihimiz, Ağustos ayının nerede ise her gününe bir zafer sığdırmıştır. Elbette bu bir tesadüf değildir. Ağustos ayının kendisinde var olan bir özellik de değildir. Türk savaş geleneğinde, aylarca sürecek olan askeri harekatların, iklim şartları dikkate alınarak, bahar ile birlikte başlatılması ve sonbahara doğru sonuçlanması ile alakalıdır. Anadolu öncesi tarihimizin yazılı kaynakları yeterli olmasa da daha sonraki askeri zaferlerin ve hezimetlerin detaylarına vakıfız. Özellikle Osmanlı asırlarında neredeyse bütün büyük askeri faaliyetlerin bahar ayında başlatılıp, Ağustos’ta sonlandırıldığını biliyoruz. Bu yüzden Ağustos;
-Anadolu’yu Türklere yurt yapan ve İslamlaştıran Malazgirt Zaferi,
-Fatih’i zirveye taşıyan Otlukbeli Zaferi,
-Yavuz’u İslam dünyasını birleştirerek büyük bir imparatorluk kurmaya taşıyan Çaldıran ile hilafeti Osmanlılara taşıyacak olan Mercidabık Zaferleri,
-Osmanlıların Avrupa’da asırlarca kalmasına imkan verecek olan Kanunî Sultan Süleyman’ın Belgrad’ı fethi ile Osmanlılara karşı gelişen Haçlı saldırılarını durduracak olan Mohaç Zaferi,
-Bugün bile Doğu Akdeniz’de güvenliğimizin teminatı olan Kıbrıs’ın fethi,
-Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkmasına imkan veren Sakarya Savaşı ile Afyonkarahisar ve Dumlupınar (Başkumandanlık) Meydan Muharebesi ve daha niceleri tarihimizin Ağustos ayını süslediği zaferleridir.
SAVAŞ VE TARİH
Savaşlarda ve özellikle zaferlerde tarihin rolü yadsınamaz. Tarihi zaferler anlatılarak toplumdan savaşlara maddî-manevî destek alınırken; ordular atalarının tarihteki büyük zaferleriyle teşvik edilip, gayrete getirilir. Kumandanlar ise geçmişin hem bilgi birikiminden, taktik ve stratejilerinden hem de halet-i ruhiyesinden ilham alarak ordularını sevk ve idare ederler.
26-30 Ağustos tarihleri, Anadolu tarihinin birbirine bağlı iki büyük olayını temsil eder. Birincisi; kuşkusuz 1071 Malazgirt Zaferiyle Anadolu’nun fethi ve İslamlaşmasını; ikincisi de Türkleri ve Müslümanları Anadolu’dan çıkarmayı hedefleyen son haçlı saldırısının 30 Ağustos 1922’de durdurulmasını. Üzülerek belirtmek gerekir ki tarihimizin bu iki muhteşem hadisesi de tarihçiliğimizde, sanat ve edebiyatımızda istenilen düzeyde işlenmemiş, üstelik birbirinden uzaklaştırılarak, anlamsız tartışmalara kurban edilmiştir. Oysa birinci zafer adeta son zaferin ruhunu hazırlamış; ikincisi de bu ruhla elde edilmiştir.
BÜYÜK TAARRUZ VE MALAZGİRT
Sakarya Savaşı’ndan sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne büyük bir güven gelmişti. Anadolu’nun düşman istilasından kurtarılacağına mutlak bir inanç hasıl olmuştu. O sırada iki engel vardı. Biri Yunanlıları Anadolu’ya çıkaran ve himaye eden Batılı güçlerin özellikle İngilizlerin muhtemel tavırları, diğeri de savaştan çıkmış olan ordunun yeni bir taarruza henüz hazır olmayışı idi. Nitekim Fransız ve İngilizlerin tavrını öğrenmek için Dahiliye Nazırı Fethi Bey Avrupa’ya gönderildi. Oradan gelen mesaj açıktı. İngilizler, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bu girişimini zaaflarına yormaktadırlar. Zira onlara göre, TBMM Ordusu zayıftır, bırakın yeni bir taarruz ve takip yapabilmeyi yerinden kıpırdayacak hali bile yoktur. Aynı şekilde onlara göre Ankara’daki Meclis ve hükümet de zayıf ve ümitsizdir.
Aslında İngilizlerin Yunanlıları cesaretlendiren bu yaklaşımları yeni değildi. Daha savaş sırasında, özellikle 1917 yılındaki iç yazışmalarındaki planlarına uygundu. Zira, savaş sonrasında “Osmanlı Devleti’ni tasfiye ederek mümkünse Türkleri Anadolu’dan çıkarmak; değilse Ankara’nın doğusunda küçük bir mekana sıkıştırmak niyetinde idiler.
Londra’daki temaslarından sonra Fethi Bey’in milletin istikbalinin “ancak askeri bir faaliyete” bağlı olduğunu bildirmesi bunu bir kere daha teyit etti ve hazırlıkları hızlandırdı. Sakarya Savaşı’ndan önce Meclis tarafından başkumandanlığa getirilen Gazı Mustafa Kemal ve dönemin Genelkurmay Başkanı Fevzi Paşa askeri hazırlıklar için yoğun çalışmalar yaparken, Meclis de orduyu teçhiz edecek imkanları kolaylaştıran kanunları çıkarmakla meşgul oldu. Bir kaç ay içinde ordu yeni bir taarruza hazır hale getirildi. Meclis artık, bütün ağırlıklarıyla Afyon, Eskişehir ve Seyitgazi ve İzmir’e yerleşen Yunan ordularının Anadolu’dan tahliye edilmesini istiyordu. Hatta bu beklentinin gecikmesi her üç ayda bir uzatılması gereken Başkumandanlık görevinin Gazi’ye verilmemesi tartışmalarına kadar vardırıldı. Kazım Karabekir’e çektiği bir telgrafta Gazi bir ara Meclis başkanlığı ve başkumandanlıktan bile istifa etmeyi düşündüğünü bildirecek bir hal aldı. Bu tartışmalar, başkumandanlığın 6 Mayıs’ta Gazi’ye yeniden verilmesi ile son bulmuşsa da sorun Temmuz ayında tekrar gündeme geldi. Bu sefer Gazi, Meclis’te yaptığı konuşmada ordunun artık böyle bir yetkiyi taşımaya ihtiyacı olmadığını ve millî hedefleri gerçekleştirecek güçte olduğunu beyan etmesinin akabinde yetki alınmadı; bilakis ilgili kanunda yapılan değişiklik ile süre tahdidi kaldırıldı. Meclis bu tavrıyla Anadolu’daki işgalin sonlandırılması için bütün engellerin ortadan kaldırılmasını hedefliyordu.
Gazı Mustafa Kemal’den yeni bir zaferin haberi bekleniyordu. İlginçtir ki; beklenen bu haber her gün erteleniyor ve üstelik cephede bulunması gereken başkumandan sık sık Ankara’da görünüyordu. O ise ancak 25 Ağustos’ta Başbakan Rauf Bey’e gönderdiği şifre telgrafla; ordunun “tevfikât-ı Sühaniyeye istinaden” 26 Ağustos’ta taarruza geçeceğini bildiriyordu. Nitekim öyle oldu. Beş gün ve gece devam eden savaş, 30 Ağustos’ta zaferle sonuçlanarak, Alparslan’ın ruhu şâd edildi.
Bu savaşın seyrini ve detaylarını “ancak tarih yazabilir” diyen Gazı, Meclis’in 4 Ekim 1922 tarihli 112. oturumunda savaşı anlatan konuşmasında tarihe sık sık vurgu yapmıştır. Hatta, Osmanlı Devleti’ne karşı oluşan ilk haçlı ittifakından doğan Sırpsındığı Savaşından mülhem olarak, bu savaşa Rumsındığı Meydan Muharebesi adını vermiştir.
Harekat, “bütün teferruatına kadar tamamen düşünülmüş, tespit olunmuş, ihzar edilmiş, idare edilmiş ve intaç edilmiştir” diyen Başkumandan’ın, taarruz gününü tesadüfen 26 Ağustos olarak seçmiş olması düşünülebilir mi?
Lafın özü; Mecliste’ki aynı oturumda Gazi, “Bu şehâmet meydanlarında rahmet-i Rahman’a kavuşan şühedamızın muazzez ervâhına hep beraber Fatihalar ithaf edelim” diyerek, bütün Meclis’e ayakta Fatiha okuttuğu gibi, sizleri de teemmüle ve Fatiha’ya davet ediyorum.
Ruhları şad olsun. El Fatiha.
Yorum Yap