- 13.08.2018 00:00
Amerika Birleşik Devletleri dünya sahnesine geç çıkmıştır. Ama güçlü argümanlar ile çıkarak dünyayı etkilemiştir. ABD, Osmanlı Devleti’nin geriye dönüşünü simgeleyen Küçük Kaynarca Anlaşmasından sadece iki yıl sonra 1776’da İngilizlerden bağımsızlığını elde etmişti. Bir araya gelen koloniler 1787-89 yılları arasında anayasalarını ilan ettiklerinde Osmanlı Devleti kendi yaralarını sarmakla uğraşıyordu. Bu girişe aldanmayın, ABD tarihini anlatmak niyetinde değilim. Maksadım yeni bir güç olarak ortaya çıkan ABD’nin klasik imparatorluklara göre büyük avantajlar ile modern dünya siyasetinde yer aldığını ama tarih nokta-i nazarında hâlâ “çaylak bir devlet” olduğunu söylemektir.
TÜRKİYE-ABD İLİŞKİLERİ
Türkiye-ABD ilişkileri bağlamında hafızamızda hızlı bir kronoloji kurarsak, akla hemen şunlar gelecektir: ABD, Akdeniz’de ticaret yapmak için Osmanlı’nın Trablusgarp eyaletine vergi vermek zorunda kalmıştır. Bu yüzden Osmanlı Devleti ile ticaret anlaşmaları yapma heveslisi olmuş; ticareti sürekli kılmak ve işleri takip etmek için de İstanbul’da elçilik açmaya büyük bir çaba sarf etmiştir.
Nitekim bu istekli davranışları Osmanlı Devleti’nin ABD’yi uzaktaki bir dost olarak görmesini sağlamıştır. Hatta 19. yüzyılın en büyük ticari gösterilerinden biri olan Chicago Sergisinde önemli bir misafir olarak ağırlanmış olan Osmanlı Devleti’ne, herkesin ziyaret edebileceği görkemli bir reyon tahsis edilmiştir. Dahası, Sultan II. Abdülhamid, Osmanlı Devleti’ni tanıtmak maksadıyla dönemin saray fotoğrafçılarına hazırlatıp gönderdiği fotoğraf albümlerinin ABD kütüphanelerinde yer alması, Türkiye-ABD tarihi ilişkilerine ışık tutmaktadır.
Bütün bunlar ABD’ye, Osmanlı topraklarında tüccar, din adamı, doktor, arkeolog, gezgin, misyoner vs. bulundurmasına imkan vermiştir. Anadolu’da, Suriye ve Lübnan’da Amerikan misyonerlerinin açtıkları kurumlar ve yaptıkları tahribat bu sütunda anlatılamayacak büyüklüktedir.
Birinci Dünya Savaşı’nı, daha doğrusu Osmanlı Devleti’nin tarih olmasını uzaktan seyreden ABD, savaş sonunda sahneye Wilson Prensipleri ile çıkacak ve yeniden bir sempati toplayacaktır. Aslında yarattığı heyecana değmeyen sonuçlar doğuran bu prensipler, zamanla ABD’nin bölgeye yerleşmesinin anahtarı olacaktır. Paris Barış Görüşmeleri sürerken, sözde yerel halkın taleplerine uygun egemenlik alanlarının çizilmesini öngören ABD’nin King Crane Komisyonu ise on yıl sonra Körfez petrollerini ele geçirmek için bir maymuncuk olmaktan öteye geçmeyecektir.
Türkiye-ABD ilişkileri kronolojisinde, bir çırpıda, tarih ile ilgilenmeyenlerin bile aklına şunlar da gelmiyor mu? Türkiye’yi NATO’ya almak için ödetilen bedel, buna karşılık Johnson Mektubu ile Türkiye’nin aşağılanması, Kıbrıs Barış Harekâtı’nda takındığı tavır ve koyduğu ambargo, hatta haşhaş ekiminden dolayı 1968-75 yılları arasında Türkiye’yi cezalandırma girişimleri ve nihayet sivil idareyi devirmek için beslediği “çocuklarına” yaptırdığı 12 Eylül Darbesi ve arkasından bugüne uzanan gelişmeler.
Bütün bunların yanısıra, kayıtlara geçmeyen bozuk Amerikan süt tozu karşılığında, Sovyetler’e bakan dağlarımıza kurulan istihbarat istasyonları; Kore’de verdiğimiz bunca şehitlere karşılık, barış gönüllülerinin ülkemizde meydana getirdikleri zihinsel tahribatlar da hâlâ hatıralardadır.
ABD’NİN DERİN AKLI NE DİYOR?
Kıssadan hisse çıkarmak gerekirse; tarih şahittir ki, ABD hiçbir zaman Türkiye’nin samimi dostu, müttefiki veya stratejik ortağı olmamıştır. Bugüne kadar ABD ile yaşanan krizler, yaşandığı tarihteki gelişmeler ile açıklanmayacak kadar girifttir. Bugün de meseleyi kural tanımayan ve Siyonist-Evanjelist akıl ile hareket ettiği bilinen Trump’ın siyasetiyle izah etmek yeterli değildir. Trump’ın diplomatik kurallara ve nezakete uymayan, uluslararası hukuka ve devlet teamüllerine aykırı, adeta bir savaş ilanı olan “Türkiye ile ilişkilerimiz iyi değil” diyerek, doruğa çıkardığı saldırısının ardında, derin ABD aklının yattığı unutulmamalıdır.
İyi bir okuma ile bu gelişmenin Irak’ın işgali için Türkiye’den beklenen 1 Mart Tezkeresi’nin intikamı olduğu anlaşılacaktır. Zira alternatif yollar ile Irak işgal edilmiştir. Fakat beklenmeyen o gelişme; Bush’un ifadesi ile o “hayal kırıklığı”, ABD’nin Ortadoğu’da artık kolay kolay kalıcı olamayacağını da göstermiştir. Nitekim ABD bütün uğraşlarına rağmen Irak’ın işgalinden sonra bölgede dikiş tutturamamıştır. Şimdi bedelini Körfez ülkelerine ödetirken, yeni bir yol kazası olmaması için bir yandan da Türkiye’yi bölge politikalarında devre dışı bırakmayı hedeflemiştir. O tarihlerde Cumhurbaşkanı’nın bulunduğu pozisyon ve benimsediği siyaset gereği, Meclis tezkeresinin geçmesine taraftar olması, bugün ona karşı bir savaşın açılmasını engellememiştir. Zira o, bugün Türkiye’yi temsil etmektedir ve bu savaş da doğrudan Türkiye’ye açılmıştır. Ancak son söz söylenmemiştir. Türkiye, bunca bedel ödedikten sonra “Sen kenarda dur” denecek bir ülke olmadığı gibi; bütün kazanımlarını bir günde feda edecek “çaylak bir devlet” de değildir.
Ve biz, ABD politikalarından bağımsız olarak, Türkiye’de ekonominin idaresi, yeni sistemin henüz oturmaması ve piyasa şartlarının doları bugünkü seviyeye çıkardığını düşünebiliriz. Sorunların çözümünde daha fazla demokrasi, yönetimde şeffaflık ve liyakatin esas alınmasını isteyebiliriz. Fakat bugünkü manzara karşısında bu düşüncelerimizi ve eleştiri hakkımızı terk etmeden, ama bir süreliğine öteleyerek, asıl meseleye odaklanmalıyız.
Türkiye’ye karşı büyük bir cephe açılmışken, nerede duracağımıza net bir şekilde karar vermeliyiz. Tıpkı Çanakkale’de, İstiklal Harbi’nde, Kıbrıs Barış Harekâtı’nda, 15 Temmuz’da tek söz, tek yürek ve tek yumruk olup onurumuzu ve egemenliğimizi koruduğumuz gibi, bugün de aynı kararlılıkla ABD’nin çürümüş politikaları karşısında devletimizin yanında yer almalıyız.
Unutmayalım! “Bu da geçer yâhû”.
Yorum Yap