- 8.02.2018 00:00
2018 yılına dünya sıkı bir gündem ile girdi. ABD’nin soğuk savaş yıllarından alıştığı ve bir türlü bırakamadığı hegemonik tavırları; Rusya’nın oyun kurucu olarak kendisini kabul ettirme gayretleri; Çin’in sessiz ve derinden hayata geçirdiği ‘Kuşak ve Yol’ ve dünyaya yayılmış onlarca isimsiz projesi; dağılmayla yüz yüze gelmiş AB’nin iç sorunları küresel gündemin akla gelen ilk başlıkları. Diğer taraftan bunların başarısı veya küresel sisteme zararlarının önlenmesi de tamamen bölgesel gündemlerin şekillenmesiyle ilgilidir. Eski dünya düzeninde olduğu gibi şimdi de bölgesel gündem deyince akla bizim coğrafyamız gelmektedir. Kısaca dünyanın geçmişte olduğu gibi bugün de gözü ve bakışları bizim coğrafyamızın üzerindedir.
KÜRESEL VE BÖLGESEL GÜNDEMİN NEDESİNDEYİZ?
Dünya enerji politikaları için Basra Körfezi, medeniyet çatışmalarının zihinsel ve fiili alanı olarak Filistin, daha doğrusu Kudüs; nükleer programların geleceği konusunda İran, İsrail, Pakistan; gelecekte gıda üretim ve rezervleri için yine Ortadoğu ve Afrika asla gündemden düşmeyecektir. Kabul etsek de etmesek de küresel düzenin en büyük organizasyonu olan BM’nin 2017’yi Kudüs meselesi ile kapatıp; 2018’i de İran meselesi ile açması bunun en açık göstergesidir. İçerideki son bir aya bakacak olursak, gündemimizi Kudüs, Afrika (Sudan/Sevakin, Çad ve Tunus) ile yanı başımızda İran’da rejim aleyhinde meydana gelen protestolar ve buna verilen ABD-İsrail destekleri oluşturmuştur. Başka bir deyişle hayatın diğer bütün veçheleri Türkiye’de kendi mecrasında doğru/eğri seyrederken biz bunları konuştuk. Bu durum Türkiye’nin küresel ve bölgesel gündem ile olan bağlarının geçmişe göre daha da arttığının ve gündemi sadece yaşayan değil, oluşturanların safında olma irade ve kararlılığının da bir göstergesidir.
İşte tam burada sorumuzu sormanın sırası gelmiştir. Türkiye bütün bu gündemi takip, oluşturma ve sürdürebilme kapasitesine sahip midir?
TÜRKİYE’NİN YAPABİLME KAPASİTESİNİ KİM ENGELLİYOR?
Ağır ve tartışmaya açık bir soru sorduğumun farkındayım. Meseleyi herkes kendi zaviyesinden cevaplayacaktır elbette. Ancak burada sorguladığımız şey Türkiye’nin iradesi, arzusu ve küresel sistem içinde oyun kurucu olarak yer alma niyet ve gayretleri değildir. Bilakis bu hedeflerin hayata geçirilmesi Türkiye’nin geleceği için bir zorunluluktur. Ancak gerekliliğini çeyrek asırdan fazla bir dönemde savunan biri olarak bunları yapabilme ‘kapasitemizi’ sorgulamanın da gerçekçiliğin bir gereği olduğunu düşünüyorum.
Lafı uzatmadan söyleyelim. ‘Yapabilme kapasitesi’ bilgi ile doğru orantılıdır. Bir şeyi biliyorsanız aynı zamanda yapma kapasitesine sahip olursunuz. Bu her alan için geçerlidir. Bugün moda olan inovasyon projeleri için de her zaman geçerli olan siyaset için de geçerlidir. Çağın bilgi üretme merkezleri ise üniversiteler, üniversite içindeki araştırma merkezleri, laboratuvarlar, teknoparklar ve elbette destek gören sivil düşünce kuruluşlarıdır.
ÜNİVERSİTELERİMİZDE ALAN ARAŞTIRMALARI NE HALDEDİR?
Şimdi hatırlattığımız küresel ve bölgesel gündeme bir de bizim bilgi üretme merkezlerimiz olan üniversitelerden bakalım. Kimse alınmasın. Sadece mizana gelsin ve gerçeği görsün. Bütün gündemi elbette burada karşılaştırma imkanımız yoktur. Ama bugün burada yıllardır doğrudan mücadele verdiğim bir alanı anlatayım. İleride diğerlerini de tartışırız.
Türkiye üniversiteleri hızla büyüdü ama dünya şartlarına uyumlu hale gelemedi. Bunu da yayımlanan çeşitli sıralama endekslerinde görebiliyoruz. Bunun iki temel sebebi vardır. Birincisi üniversitelerin hayata geçirilmesi aşamasındaki zihniyeti, ikincisi de kurumsal yapıların, döneme, iktidara ve şahıslara uygun olarak yapılanmasıdır.
Kabul etmeliyiz ki Türkiye’de ilk üniversite serüvenimizden itibaren hedefimiz bilgi üretmek değil, bilgi transfer etmek; daha vahimi de toplumsal mühendislik yapmak üzerine kurulmuştur. Bu yüzden bizim ihtiyaç önceliklerimiz değil, transfer edilen bilginin üretildiği yerlerdeki öncelikleri esas alagelmişiz. Bunun örneklerini YÖK tez veri tabanında kısa bir araştırma ile görmek mümkündür.
Jeopolitik dersi almadan sadece dünya haritasına bakarak Türkiye’nin önemini kavramak mümkün iken bırakın jeopolitiğimizi çalışıp siyaset üreten kurumlar kurmak, neredeyse coğrafya bölümlerimizi bile kadük hale getirmişiz.
Türkiye bir an önce alan çalışmalarına yoğunlaşmak zorundadır ve bu görev de YÖK’e düşmektedir. Ortadoğu ve Afrika Araştırmaları, Balkan Araştırmaları, Avrupa Birliği Araştırmaları, Kafkas Araştırmaları vs. Türkiye’nin dış politikada astım olduğunda nefes alma araçlarıdır.
Biliyorum hemen itirazlar yükselecektir. Üniversitelerde içinde zaten bu isimler ile bazı enstitü ve araştırma merkezleri var denilecektir. İşte bu da yukarıda zikrettiğimiz ikinci sorunu barındırmaktadır. Tamamen konjonktürel olarak ve genellikle bilim üretmek değil, kuruldukları dönemin dilini tekrar etmek üzere hayata geçirilen bu kurumlar meflûç durumdadır. Kimi YÖK mevzuatına bile uymadığı halde -iyi niyetle- yüksek lisans ve doktora; kimileri de keyfe keder bazı araştırmalar yaparken, birçoğu da gönül eğlendirmektedir.
Acı ama gerçek olan şu ki mevzuatı, kadrosu ve bütçesi olmayan bu kurumlar birer tabeladan ibarettir. Buralarda Türkiye’nin ‘yapabilme kapasitesini’ destekleyecek bilginin üretilmesi imkânsızdır. Bir kaç öğretim üyesinin ders alanından ibaret olan bu kurumlar acil ıslaha muhtaçtır. Ancak bunlar ile yetinmek mümkün değildir, bu yüzden mutlaka dünya gündemini takip edebilme kapasitesine sahip, alan/bölge araştırmaları için de yeni merkezler kurulmalıdır.
Sivil toplum kuruluşları ve alan araştırmalarına niyetlenen düşünce kuruluşlarının durumuna şimdilik hiç girmeyeyim. O başka bir facia.
İşte dünya gündemi ve işte bizim halimiz. Siz karar verin.
Yorum Yap