- 30.06.2015 00:00
Birkaç gün önce korkunç şiddet olaylarıyla sarsıldık. 27 Haziran Cuma günü Kuveyt’te Şiilerin camisine yapılan intihar saldırısında 27 kişi öldürüldü.
Tunus’ta bir otele yapılan saldırıda çoğu turist 39 kişi öldürüldü. Tunus’ta benzer bir saldırı, 18 Mart’ta Bardo müzesine yapılmış, yine çoğunluğu turist 23 kişi öldürülmüştü.
Fransa’da Amerikalılara ait bir fabrikaya yapılan saldırıda ise, mevcut İslamofobiye daha da zirve yaptıracak bir tarz seçilerek bir kişinin kafası kesilerek öldürüldü. Saldırganlar fabrikayı patlatamadılar.
Saldırganlar, “hangi korkunç klişeyi kullansak da Fransa’da Müslümanlar daha da endişeli hâle gelseler” diye düşünüp, kafa kesmekte karar kılmış olmalılar.
Tüm bu şiddet olaylarını IŞİD türevi yapılar üstlenmiş görünüyor. Bizleri böylesine sarsan, ürküten olaylar yaşandığında ülkemize özgü bir refleks devreye giriyor. Biran önce bu olayları unutmak istiyoruz. Geçmiş deneyimlerimizden süzdürdüğümüz bir “savunma” mekanizması bu. Bu nedenle sözkonusu olaylar geniş biçimde tartışılmadı Türkiye’de. Bana göre şok devam ediyor.
Ama biran önce soğukkanlılıkla bu meseleyi ele almalıyız. Uzun uzun konuşmalıyız. Bağcı dövmekten ziyade üzüm yemeye odaklı yapıcı değerlendirmelerde bulunmalıyız.
Bu saldırılarda hedef, şiddeti yaratanların direkt olarak savaştıkları insanlar değil. Bir cepheden, diğer cepheye yapılan saldırılarla ilgisi yok.
“Batılı Turist”, “laik” veya “Şii” olmanız, hunharca havaya uçurulmanız için yeterli. Bu şiddetin amacı çok basit: Dünyayı sert kimlikler etrafında kutuplaştırmak. Ilımlı renkleri kurutmak. Bu yapılar “ılımlı Sünni veya Şii” gördüklerinde “kâfirlerden” daha çok rahatsız oluyorlar.
Fransa’da Müslümanlara saygı duyan bir Fransız’ın artık bu saygısını dile getirmesinin koşulları ortadan kaldırılıyor. Birarada, barış içinde yaşamayı savunanlara, “içimizdeki Beşinci Kol’un sözcülüğünü yapmaması” telkin ediliyor. Aşırı sağın tezleri güçleniyor.
Aynı şey, ABD’de de yaşanıyor. Obama’nın Müslümanlarla beraber iftar yapması ve İslamofobik dile prim vermemesi, oldukça sağduyulu bir duruş. Ama bir sonraki Başkanlık seçimlerinde İslamofobinin dozunun nasıl artığına hep beraber şahit olacağız.
Bu dönem ABD’de Bush Başkan olsaydı, yangına benzinle gidebilirdi. Ama bir sonraki dönem böyle bir şahin başkan görebiliriz: “Kovboylar cihadistlere karşı.” Bilgisayar oyunlarında insan öldürenlerin savaş oyunları. Meydan “adam öldürmeyi oyun sananlara” kalabilir.
Aslında şunu söylemeye çalışıyorum: Dünya, rasgele siyasal şiddetle baş edebilecek kurumsal ve psikolojik mekanizmalardan çok uzak. Avrupa Birliği’nin bir donanma inşa ederek, Akdeniz’de göçmenleri taşıyan gemileri hedef almak istemesi, büyük duvarlar örerek sorumluluktan kaçma çabası olarak da görülebilir.
“Bugün göçmenlik verdiğimiz insanların yarın bizi havaya uçurmayacağı ne malum” sorusu, kolayca dillendirilmeyen ama alttan alta asıl yönlendirici olan sorudur.
Ama dünya tarihi bize şunu gösteriyor: Dışarıda yangın varken, “umurumda değil” diyenler, yangından kaçamazlar. O nedenle bu yangını söndürmek, tüm gezegenin ortak sorumluluğudur.
Yine de görünür gelecekte en büyük görev, Müslüman çoğunluklu toplumlara düşüyor. Burada da bana göre görevin en büyüğü, Sünni Müslümanlarındır. Bir kere İslamcılık çok geniş bir kategori. İslamcılık kategorisi içerisinde rasgele masum insanları havaya uçuranların “amalı, fakatlı” sempati görmeleri durumu aşılmalı. Mağduriyet söyleminin iş görmeyeceği limanlardayız artık.
Tüm bu süreçlerde Batı’nın elbette kabahatleri var. Bunu bazı yazılarımızda ele aldık. Yukarıda da değindik. Ama Sünni-Şii boğuşmasını da “Batı” mı tezgâhlıyor? Eğer böyle ise, bu boğazlaşmayı derhal bitirmek, bu oyunu bozmanın en kestirme yolu olmaz mı? Niye barışamıyoruz?
Hem “IŞİD projedir” demek; yani “Batılılar bölgeye yerleştirdi” imasında bulunmak; hem de madem durum budur, bu oyunu bozmak için ne olursa olsun barışı tesis edelim diyemeyerek, kendi mağduriyetini ve haklılığını vurgulayıp durmak. Bu durum sürdürülebilir değildir.
En son Bekir Bozdağ, yaşanan saldırılardan rahatsızlığını vurgulayıp “IŞİD’in proje” olduğunu vurguladı. Bence asıl cesaret, bu türden yapıları besleyen sosyolojik dinamiklerimizi komplekssizce teşhis etmektir.
Evet, Ortadoğu’da böyle bir damar var; evet ülkemizde de böyle bir damar var. Onbinlerce insanın miting yaptığı alana bomba koyup, nedamet göstermeyenler bizim coğrafyamızda da var.
Bu yüzleşmeleri yapamazsak, bütün dünyanın uzak durduğu karanlık bir çöle döneriz. Hiçbir inanç sistemi bu karanlıktan güçlenerek çıkamaz.
ytaskin@marmara.edu.tr
Yorum Yap