- 7.02.2015 00:00
Osmanlı’dan bu yana bu topraklarda yaşanan siyasi baharların ardından büyük hayal kırıklıklarının yaşanmasını nasıl anlamalıyız? Siyasi baharı başlatan, hürriyet vaat eden gurubun bir lider efsanesi yaratarak otoriterleşmesi kaçınılmaz mıdır? “Kaçınılmazdır” demek kendimizi aşağılamak olmaz mı? O zaman bu kısır döngüyü kırmanın yollarını aramamız gerekiyor.
1876’da başlayan Anayasal Monarşi kısa sürede rafa kaldırıldı. Ardından gelen ve Abdülhamit’le özdeşleşen, “hürriyetsiz modernleşme” çabası, daha sonraki tecrübelerimizi fazlasıyla etkiledi.
Bu dönemde yeni bir şekil alan ve İttihatçıları da etkileyen Devlet Aklı, modernleşmeyi kaçınılmaz görüyor; ama bu değişimlerin yol açacağı “düzensizlikleri” de devlet eliyle bertaraf etmek tutkusundan vazgeçemiyordu.
Terakki (modernleşme) isteyen devletimiz, bunun ittihatla (birlik içinde) olmasını dayatarak, kendi eliyle açtığı Pandora’nın Kutusu’ndan fırlayan “haylazları” tepelemeyi gaye ediniyordu.
Abdülhamit’in kendi modernleşme hamleleriyle bizzat serpilmelerine yol açtığı İttihatçı “haylazlar” tarafından devrildiği 1908’de büyük bir bayram yaşanmıştı. Hürriyet sarhoşluğundan uyanmamız çok sürmedi.
İttihatçı şefler, bir siyasi partiye dönüşerek toplum tarafından denetlenmeyi kabullenemediler. Perde arkasından işler çevirmeyi tercih ettiler. Ne de olsa onlar eğitimli, toplum fazlasıyla cahildi.
Eğer denetime, istişareye açık bir siyasi parti olabilselerdi, Ermenileri topyekûn ortadan kaldırmayı göze alabilirler miydi? Her yanı pul pul dökülen bir imparatorluğu Dünya Savaşı’na sokma çılgınlıklarının engellenebilmesi için de buna ihtiyaç vardı.
Daha sonra gelen Kemalistler, İttihatçıların bazı aşırılıklarından uzak durdular. Ama 1926 yılına gelindiğinde onlar da otoriter modernleşme trenine atlamışlardı. Kemalistler, İttihatçıların yapamadıkları, yapmaya fırsat bulamadıkları bir hamleyi daha becerebilmişlerdi: Tüm modernleşme sürecini bir lider karizmasıyla meşrulaştırmak veya özdeşleştirmek.
Böyle olunca modernleşme hamlelerine karşı gelmek, Büyük Önder’e karşı gelmekle eş anlamlı hâle geldi. Hem muhalefet etme imkânı ortadan kaldırılıyor; hem de parti içi hürriyetsizlik nedeniyle, hiçbir eleştiri, istişare mekanizmasına imkân tanınmıyordu.
Kemalistler, uzun uzadıya tartışabilselerdi yaptıkları bazı “reformların” umdukları gayeye hizmet edemeyeceğini, en azından bir olasılık olarak değerlendirebilirlerdi.
Sözgelimi Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasıyla somutlanan din alanındaki reformlar, Kemalistlerin istemeyecekleri sonuçlara yol açtı. Öncelikle Kent İslam’ının uzun yüzyıllara dayanan birikimini öldürmüş oldular.
Bu birikimin Sünni ayağı, anayasa fikrine, yöneticinin denetimine açık bir gelenek oluşturmuştu. Yine Bektaşiliğin aynı süreçte budanması da, yüzyıllara dayanan bir hoşgörü geleneğini zayıflatmış oldu.
Böylece İslamcılığın yeniden güçlenmiş hâli, milliyetçiliği fazlaca önde çıkardığı gibi, taşrada serpilmesinden kaynaklanan bir tutuculuğu da barındırmış oldu. Bu tutuculuk, 1908’lerde anayasacı fikirler savunan Osmanlı Uleması için dahi kabul edilebilir değildi.
Sonuçta din adına girişilen toplum mühendisliği, beklenenin aksi bir istikamete giderek, bugünkü AK Parti’nin ve onun savunduğu tutucu İslamcılığın iktidara gelmesine zemin hazırlamış oldu.
Bugün aynı hürriyetsiz, otoriter modernleşme geleneğini sahiplenen AK Parti’nin, hem parti içerisinden hem de dışarısından eleştirilmeye ne kadar muhtaç olduğunu anlamak zor değil. Yukarıda kısaca özetlediğimiz süreçler, AK Parti’nin bir lider partisi olması nedeniyle yaptığı vahim hataları anlamamıza olanak veriyor.
AK Parti’nin bir kurum olarak devam edebilmesi, aynı hataya düşmemesine bağlı. Belki bazıları fazla iyimser bulabilir; ama toplumumuzun ekseriyeti, bu tarzın kendi çıkarına olmadığını kavramış durumdadır…
ytaskin@marmara.edu.tr
Yorum Yap