- 28.10.2014 00:00
İstanbul Düşünce Enstitüsü, 24-26 Ekim tarihlerinde “Arap Baharı Sonrasında İslamcılık” başlıklı uluslararası bir konferans düzenledi. Geniş kapsamlı sunumların yapıldığı organizasyona emeği geçenleri kutluyorum.
Konferans bağlamında “İslamcılık ve Müslümancılık” başlıklı bir oturuma müzakereci olarak katıldım. Konuşmacılardan Halil İbrahim Yenigün, “İktidara karşı adalet, Müslümancılığa karşı İslamcılık” başlıklı sunumunda “Müslümancılık” kavramını daha çok AKP döneminde ortaya çıkan bir yönelim olarak eleştirirken, İslamcılığın etik-siyasal bir karşı duruş barındırması gerektiğini savundu.
Neslihan Çevikise, “Türkiye’de Müslümancılık ve Yeni Din Ortodoksileri” başlıklı sunumunda, Müslümancılığı var eden ve bir ölçüde AKP’yi de mümkün kılan sosyolojik süreçleri ele aldı. Çevik’in, Müslümancılık için “ne köktenci ne de liberal” ifadesini kullanması önemliydi. Bu sunumlar vesilesiyle ve sayesinde İslamcı gençlere dair bazı gözlemlerimi paylaşma imkânı buldum.
Elbette dışarıdan bir gözün görebildiği kadar görebiliyorum ve bu çok geniş konuda at oynatmak kolay değil. Bana göre AKP deneyimi, İslamcı/ Müslüman gençleri ciddi bir ahlaki ikileme sıkıştırmış görünüyor. Gençler, “AKP’yi yedirmemeliyiz” diyen “büyükleriyle”; “İslamcılığı AKP’nin sıkıştırdığı reel politik zeminden kurtarmalıyız” diyenler arasında sıkışmış durumdalar.
Bu sıkışmaya verilen ve verilecek muhtemel yanıtlar kolay genellemeleri kaldırmaz. Bazı gençler, bu ahlaki baskıyı göğüslemek adına daha köktenci arayışlara yönelebilirler. Ortadoğu’dan esen rüzgârların bu arayışları destekleyebileceği bir iklim mevcut.
Bana daha ilginç görünenlerse, “büyüklerine” göre “ötekileriyle” çok daha kolayca yan yana gelebilen İslamcı gençler. “Büyükleri” imanı korumak adına bazı çevrelerden, alanlardan uzak durmayı telkin eden özgüvensiz bir İslamcılığa sahipler. Bu gençlerse inançlarına dair daha belirgin bir özgüvene sahipler. “Ötekileriyle” veya kendilerinden farklı olanlarla daha kolay yan yana gelebiliyorlar.
Bu yan yana gelebilme esnekliğinin yarattığı sosyolojik melezlikler, Hayrettin Karaman veyaYusuf Kaplan gibileri fena hâlde ürkütüyor. Onları koyu ahlakçı bir dile savuruyor. Gençler karşısında anlayışlı olmayan, çatık kaşlı bir “didaktizme” kapılıyorlar.
Ama bu öyle bir dünya ki, inancınızı korumak adına kaçabileceğiniz bir ada yok. Küreselleşmenin yarattığı zorunlu veya gönüllü karşılaşmalar, ya köktenciliğe kaçma ya da diğerleriyle yan yana var olabilmenizi mümkün kılan kimlikler üretme sonucunu doğuruyor. Bu dünyada ayakta kalabilme özgüvenine sahip olan yönelim ikincisi.
Neslihan Çevik’in sunumunda vurguladığı, “Müslümanların modernlikle suçlu hissetmeden bağ kurabildikleri” gözlemi de yukarıdaki bölünme açısından bana anlamlı göründü. Bu gençler, modernliğe seçici bir alıcılıkla yöneliyorlar ve ebeveynleri kadar suçlu hissetmiyorlar.
Ama bana asıl önemli görünen soru şu: Modern kapitalizmin bütün ışıltılarına rağmen barındırdığı yıkıcılık ve tahripkarlık, “modernlerin çocuklarında” ciddi bir suçluluk duygusu da yaratmıştı. Bu çocuklar, ailelerinden farklı olarak post-materyalist arayışlara yönelmişlerdi. Aynı post-materyalist yönelim İslamcı gençlerde de ortaya çıkacak mı? İşte benim için fikritakip gerektiren sorulardan birisi budur. Modernliğe gönül rahatlığıyla eklemlenmenin büyüsü, onun tahripkârlıklarına dair hissedilen vicdan azabına mağlup olacak mı?
Aslında bu soru, daha genel bir soruyla ilişkili: İslamcı gençler ve “muhafazakâr büyükleri” arasında ciddi bir kuşak çatışması yaşanacak mı? 1980’lerin ikinci yarısında yeni bir İslamcı kuşak imkânı ortaya çıkmış, “ebeveynler” bu İslamcı kuşağın ortaya çıkmasını engelleyebilmişlerdi. Bakalım bu defa da böyle mi olacak? Bu sorunun muhtemel cevapları hepimizi yakından ilgilendiriyor...
ytaskin@marmara.edu.tr
Yorum Yap