- 29.03.2014 00:00
Yukarıda Türkiye siyasetinde etkin olan ve devlet içerisinde de belirli bir ağırlığa sahip aktörleri sıraladım. AKP iktidarından önce, MHP’lilerin ve Gülencilerin devlet içinde belirli bir ağırlıkları vardı. Gülenciler ve MHP’liler, devletteki CHP’li kadrolar karşısında yan yana gelebiliyorlardı.
AKP öncesinde iktidara gelen merkez sağ partiler de, Ülkücü kadroları özellikle sol Kemalistlere karşı kullanma eğilimindeydiler. Bu nedenle merkez sağ liderlerle Ülkücüler ve Gülenciler arasında hep bir işbirliği kültürü olagelmiştir. Gülencilerin, Milli Görüş hareketine göre daha milliyetçi olmaları da bu yan yana gelişleri kolaylaştırıyordu.
AKP, “Milli Görüş gömleğini çıkardım” diyerek iktidara geldiğinde, devlette kadrolaşma arayışına girdi. 1980’leri radikal İslamcı olarak tecrübe eden kuşaklar, AKP’yle beraber devlete yerleştirilirken, bu konuda en fazla tecrübeye sahip Gülenciler de önemli bir ağırlık kazandılar. İslamcılar ve Gülenciler devlette yol alırken; MHP’liler, merkez sağ kökenliler ve Kemalistler irtifa kaybetmeye başladılar.
Merkez sağ olduğunu iddia eden bir parti iktidarında ilk defa Ülkücülerden istifade edilmiyordu. AKP’nin kendi entelektüel fidanlığı ve Gülencilerden aldığı kadro desteği sayesinde, devlette yeni bir iktidar yapılanması şekilleniyordu. AKP-Gülenciler ittifakı 17 Aralık’ta açık biçimde sona erene kadar bu böyle sürdü.
Ülkücüler, devlette varlıklarını korumalarına rağmen pasifize edilirken, en büyük tasfiye Kemalistlere yapıldı. Bugün itibarıyla bazı lokal kümelenmeler dışında Kemalistlerin devlette bir ağırlıklarının kalmadığını iddia edebiliriz. Bu noktada “ya Ordu?” diye itiraz edenler olabilir. Türkiye çok önemli güvenlik meselelerine maruz kalmadığı sürece Ordu’nun iktidar denklemine yeniden girebilmesi zor, ama imkânsız değil.
Çözüm Süreci’nin sekteye uğraması ve yeniden bir iç savaşa yuvarlanmamız durumunda, 90’ların Milli Güvenlik Devleti zihniyeti hortlayabilir. Ancak böyle bir durumda Ordu, AKP’yle sürdürdüğü gönülsüz işbirliğini sorgulayarak, başka ittifaklara yönelebilir. Böyle bir arayışın olabilmesi için, mevcut partiler arasında müttefik bulunabilmesi de yeterli olmaz. Devlette ağırlığı olan Gülenciler ve Ülkücülerle ittifak kurmanın artı ve eksileri de hesaplanır. Demek ki Çözüm Süreci’ni sonlandırmak, BDP’liler kadar AKP’liler için de büyük bir risk barındırıyor. Aslında bu risk CHP için de geçerli.
Çözüm Süreci sekteye uğrasa da uğramasa da CHP’nin konumunun çok kilit olduğunu düşünüyorum. Meseleyi açmak adına CHP’nin içerisinde olabileceği iki formül düşünelim:Gülenciler + MHP + CHP <AKP + BDP/HDP + CHP. AKP liderliğinin otoriterleşmesi, partinin temsil ettiği sosyolojik tabanın dinamikliğini yok etmez. Dikkat edilirse, iki seçenek içerisinde de CHP olabilir. Bana göre CHP’nin birinci tarafta, statükocularla beraber konumlanması, siyasi intiharını da beraberinde getirecektir.
Bazı CHP’liler, devletten neredeyse tamamen tasfiye edildikleri hâlde, hâlen devlet gibi konuşuyorlar. Ne var ki bu pozisyondan kazanabilecekleri bir şey yok. CHP’nin Türkiye partisi olabilmesi için Kürtler ve mütedeyyinlerle de bağ kurabilmesi gerekiyor. Ancak böyle bir konumlanma, “otoriterleşmeye devam” diyebilecek AKP’ye karşı, mütedeyyinlerin CHP’yi destekleyebilecekleri bir ortamı yaratabilir. Mevcut CHP’nin bu güveni vermesi çok zor. Öte yandan CHP, ikinci tarafta konumlanmayı başarırsa, yeni Türkiye’nin muhtaç olduğu anayasanın yazılmasında da etkin olabilir.
ytaskin@marmara.edu.tr
Yorum Yap