- 15.08.2011 00:00
9 yıldır Türkiye'yi tek başına yönetmekte olan AK Parti'nin kuruluşu 10 yılı geride bırakmış durumda. İktidara gelmeye çalıştığı saatten iktidarda durduğu bütün zamanlara kadar sürekli bir devlet-merkez direncine karşı muhalefet gibi mücadele etti. Girdiği ilk genel seçimlerde lideri yasaklıydı ve başta dönemin cumhurbaşkanı olmak üzere dönemin bütün devlet aktörlerinin soğuk, hatta hasmane bakışlarını ve tavırlarını gizlemediği bir yükselen güçtü.
Devletin bu bakışı AK Parti'ye iktidardayken muhalefet rolünü de oynamasını gerektiren ilginç bir ortam sağladı. AK Parti her kazanımı kendisine karşı güvensiz ve hasmane bir tutum içinde bulunan güçlerden kopara kopara elde etti. Demokratikleşme bir muhalif söylem ve program olarak iktidardaki konumuyla bütünleşince tabii ki tuhaf bir durum ortaya çıkardı.
Mümtaz'er Türköne'nin dünkü yazısında cevabını aradığı soru muvacehesinde, bu süre zarfında AK Parti'ye karşı bir muhalefetin çıkmaması biraz da bu özel konumundan kaynaklanıyor. Ama onun bu özel konumu kadar görünürde (ana) muhalefet olması beklenen CHP'nin iktidar güçleriyle ontolojik yakınlığı da bu muhalefet boşluğunun en önemli sebeplerinden. AK Parti iktidardaki zamanının çoğunu bir şeyler talep eden ve öyle veya böyle elde eden bir muhalefet partisi gibi geçirirken, CHP ve destek birlikleri AK Parti'nin sözcülüğünü yaptığı muhalefet taleplerine karşı devlet direncini örgütlemekle meşgul oldular. Bu tablonun 12 Eylül referandumuna kadar hiç değişmediğini söyleyebiliriz.
Belki 12 Eylül'le başlayıp 12 Haziran seçimlerinin sonuçlarıyla pekişen yeni durum iktidar ile muhalefeti yerli yerine oturmaya zorluyor. AK Parti bulunduğu konum dolayısıyla iktidar rolüne hemen intikal etmekte zorlanmadı. CHP'nin muhalefet rolüne ayak uydurması ise yine zaman alacak gibi. Parti içindeki söylemsel gel-gitler biraz da şartlarının zorladığı bir arayıştan kaynaklanıyor. CHP aramaya devam etmeli. Hayırlı bir muhalefet için uygun alanlar, söylemler ve boşluklar bulmasında ülke için büyük fayda var. Halihazırdaki kadrolar bu iş için henüz pek umut verici görünmese de genel anlamda CHP bu arayışın sonunda karşılığı olan, gerçek bir muhalefet için bir zemin bulacaktır. Başka çaresi yok.
AK Parti bugün Türkiye'nin dünya siyasetinde etkinliğini kurabildiği önemli bir siyaset markası olarak temayüz ve tebarüz etmiş durumda. Arap Baharı denilen süreçteki esinleyici etkisi kadar AK Parti'nin cazip bir Türkiye markası olarak güçlü bir alıcı kitlesine hitap ettiği görülüyor. Mısır'da kurulan, İslamcısıyla Laikiyle, tasavvufçusuyla, Selefisiyle bütün partiler bir yandan Türkiye tecrübesine özel bir ilgi gösterirken hemen hepsi AK Parti'yi model alma isteklerini gizlemiyorlar. Aralarında ismiyle, programıyla tamamını tercüme ederek Mısır'da uygulayanlar bile var. Tunus, Fas ve Cezayir'de de siyasi hareketlerin önemli ilgi kaynağı AK Parti.
Ülke içinde sağlık, eğitim, ulaşım, bilişim, maliye, yönetim gibi "kalkınma" odaklı konularda önayak olduğu değişim bu ülkelere dış politika performansıyla da ayrıca yansıyor. Dış politikada bölge sorunlarına gösterilen yakınlık ve batılı ülkeler karşısında sergilenen özgüven bir yandan Türkiye'nin gücünü ve etkinliğini artırırken, bir yandan da Türkiye'yi yükselten aktör olarak AK Parti'yi öne çıkarmakta.
AK Parti'in on yıllık muhasebesinde kalkınma konusunda sergilenen bu performansın karşısında kimlik vurgusunun biraz belirsiz kalmış olduğu söylenebilir. Doğrusu hem dış politikadaki açılımların dili hem de partinin askeri ve bürokratik vesayet kurumlarına karşı ülkeyi demokratikleştirici performansı herhangi bir kimlik vurgusuna ihtiyaç duyurmayabilir de. Belki daha az olmayan bir başka etken de partiye iktidar konumundan muhalefet edenlerin "yaşam tarzları" teması üzerinden partiye atfettikleri konum partinin kimlik ihtiyacını kendi tanımından daha fazla karşılıyor.
Halbuki sergilenen değişimci irade ile partinin üstlenmiş olduğu "muhafazakar" kimlik arasında açık bir çelişki var. Partinin kimlik muhasebesinde o yüzden muhafazakarlık ile değişimcilik arasındaki bu mesafe hep kafa karıştırıcı olmuştur. Kalkınmacılık bir kimlik ihtiyacını karşılamıyor, oysa partinin ismindeki "adalet", hakkı biraz daha verilerek çok daha iyi işlenerek bir kimlik ve medeniyet referansı olarak vurgulanabilir.
AK Parti'nin muhafazakar demokratlığı işlediği kadar "adalet" temasını işlememiş olması, örneğin bu konuda ne bir çalıştay ne bir sempozyum düzenlememiş olması hayret vericidir. Yargı reformu ve refahın adil dağılımı hususunda yapılanlar diğer yapılanlara paralel olarak çok önemli, ama bu konuda bir farkındalık oluşturmak da çok önemli. Yoksa yapılanların önemi ve tarihsel istikameti üzerine bir duyarlılık geliştirmek asla mümkün olmaz ve ne kazanımların değeri bilinebilir ne de bu kazanımların sürdürülmesinin tedbirleri alınabilir.
AK Parti üç dönemdir tek başına iktidar. Bu iktidarın tarihsel bir zorunluluk olduğu düşüncesi insanın rolünün tamamen gözardı edildiği bir tür determinizmi gerektiriyor, ki bize uymaz. Erdoğan'ın tartışılmaz karizması ve bütün süreç içinde sergilediği siyaset performansı "bu dönemde kim olsa aynı şeyi yapardı" gibisinden bir hikaye anlatmıyor. Elbetteki tarihsel şartlar önümüze fırsatlar çıkarır ama bu fırsatların sağlıklı ve akıllı bir değerlendirme ile dirayetli ve sebaktar bir performans ile karşılanması tam da insana bahşedilmiş irade farkını ortaya çıkaran şey.
Ne ki bu karizmanın erkenden rutinleşip yozlaştırıcı iktidardan başka bir değer üretmeyen bir şeye dönüşme tehlikesini de görmek lazım. Tam da bunun için partinin ismindeki "adalet"e bir değer olarak sarılmak ve bunun üzerinde güçlü bir bilinçlilik ve farkındalık geliştirmek geerekiyor.
Yorum Yap