- 29.12.2012 00:00
Dünya soğuk savaş yıllarının bittiği 23 yıl öncesinden beri tarihin kaydetmiş olduğu en hızlı değişim süreçlerinden geçiyor. Bu süreçleri deprem metaforuyla da ele almak mümkün. Soğuk savaş yıllarının bitişini dünyanın ve bölgemizin geçirdiği ilk büyük siyasi deprem olarak nitelersek, o büyük depremden sonra bile, birincisi 11 Eylül'de, ikincisi de Arap Baharı süreçlerinde yaşanmış ve dünya düzeni üzerinde kaçınılmaz etkileri olan iki büyük siyasi deprem daha yaşandı.
Bu depremlerin ilkine dünyanın büyük güçleri kendilerini uyarlamak ve sürece müdahil olmak üzere bir hayli çaba sarf ettiler. Değişen dengelere karşı kendi ağırlıklarını belirleyici bir unsur olarak konumlandırmaya çalıştılar. Ne yazık ki Türkiye bu sürece kendi içindeki yapısal sorunlar dolayısıyla seyirci bile kalmadı, sürecin kaybedenleri arasında yerini aldı.
İkinci büyük depreme de, yani 11 Eylül'e de Türkiye bir hayli hazırlıksız yakalandı. Aynı yapısal nedenler Türkiye'nin elini ayağını bağladı, ancak 2002'nin sonunda gerçekleşen seçimlerden sonra işbaşına gelen AK Parti hükümet(ler)i bu depremden de Türkiye'nin daha az zararla, hatta toparlanarak çıkmasını sağladı.
O kadar ki, gerçekleşen üçüncü büyük siyasi deprem olan Arap Devrimleri bütün dünya güçlerinin konumunu yeniden belirlerken bu süreçte en hazırlıklı olan ve sonuçta oluşan yeni dengelerde eskisine nazaran en avantajlı çıkan uluslararası aktör Türkiye oldu.
Üç siyasi deprem metaforuyla son 23 yılın uluslararası ilişkiler sürecini özetleyen bu süreçte Türkiye'nin yeni dış politikasının hem teorisini yazan hem de pratiğini ortaya koyan Dışişleri Bakanı Prof. Ahmet Davutoğlu oldu. Stratejik Düşünce Enstitüsü'nde 2012 yılının Türkiye dış politikasının bir değerlendirmesini ve gelecek vizyonunu ortaya koyduğu konuşmasında bugünün dış politikasını sadece günübirlik hadiselerin geçici etkileri altında ele alanlara cevap olarak daha tarihsel bir perspektif sundu.
En kısa tarihsel vizyon olarak 23 yılın seyrinden bakmaya davet etti Davutoğlu. Bu seyirden bakınca Türkiye'nin dış politikasının nereden nerede gelmiş olduğun net bir biçimde görünürken nereye doğru gidiyor olduğu noktasında da en ufak bir kuşkuya yer kalmıyor. Böyle bir perspektiften yoksun olunca günübirlik olayların etkisi altında bir sonraki gün yanlışlanacak ve yapanı normalde mahcup duruma düşürebilecek çok iddialı değerlendirmeler yapılabiliyor. Aslında dış politika alanında son on yıl içinde bu tür sahnelere sıkça şahit olduğumuz halde bu tür değerlendirmelerden halen geri durulmuyor.
Davutoğlu, her akademisyene nasip olmayacak bir biçimde tezlerini, teorilerini hayata geçirebilmiş bir bilim ve fikir adamı. Aynı zamanda her dış politikacıya nasip olmayacak bir teorik zenginliğe ve derinliğe sahip bir siyaset adamı. Türkiye dış politikasında ekol oluşturabilmiş, politikasını güçlü bir entelektüel birikimle destekleyebilmiş bir dışişleri bakanı örneğimiz yok. Bu açıdan sahasında bir ilk ve dış politika alanında ürettiği kavramlarla uluslararası ilişkiler literatürüne kendine özgü kavramlar kazandırmış durumda. Katıldığımız bir çok uluslararası toplantıda Davutoğlu'nun 'sıfır sorun politikası', 'yumuşak güç', 'stratejik, kültürel, coğrafi, tarihsel derinlik' gibi kavramlar üzerinde durulan, tartışılan, değerlendirilen kavramlar olarak göze çarpıyor. Kuşkusuz bu kavramların literatürde tartışılır hale gelme prosedürü büyük ölçüde Türkiye'nin genel başarıları, bilhassa dış politikadaki etkin konumuyla da ilgili olmaktadır. Geçerli söylem ile iktidar arasındaki ilişkiye dair bir başka ders de bu noktada ortaya çıkıyor ama kuşkusuz her birinin tek başına yeterli olmadığını kaydetmek şartıyla.
Davutoğlu'nun her durumda yaşanan gelişmeleri kavramsallaştırabilme kabiliyeti, güçlenmekte olan Türkiye'nin kendini ifade etmesi açısından en önemli imkanlardan biri. Güçlenen, büyüyen Türkiye'nin ihtiyaç duyduğu veya layık olduğu söylemin ve teorinin üretilmesinde bu kabiliyet apayrı bir nimet.
Davutoğlu, Arap Baharı sürecini soğuk savaş düzeninin bu bölgeler için gecikmiş sonlanışı olarak ele alıyor. 1989/91 yıllarında Balkanlarda sona eren Soğuk Savaş düzeni Arap ülkelerinde 20 yıllık bir gecikmeyle bugün yaşanmakta olan devrimler yoluyla sona ermiş oluyor. Dolayısıyla aslında Arap ülkelerinde devrimden önceki bütün rejimler bir bakıma soğuk savaş yıllarının uzatmalı kalıntılarından ibaret idi.
Davutoğlu'nun güçlü ve geniş bir teorik söyleme sahip olması onu eleştirilere de daha açık kılıyor. O yüzden dış politikadaki günübirlik gelişmeler muvacehesinde çok sık eleştiri konusu olduğu görülüyor. Eleştiriler genellikle yukarıda değindiğimiz gibi tarihsel perspektiften yoksun olduğu için gereğinden fazla aculluk sergiliyor. Suriye politikası dolayısıyla doğal olarak anlaşmazlık yaşanan ülkelerle sorunlu olmamız sıfır sorun politikasının iflasının işareti olarak alınıyor hemen. Oysa Davutoğlu, sıfır sorunun bir paradigma olduğunu ve elbette ki pratiğinin yüzde yüz sorunsuz olamayacağının farkında olduğunu ifade ediyor. En iyi anlaşan aile ortamında bile sorunlar çıkıyor. Ama sorunların çözülebilir bir zeminde çıkması ile sorunların müzmin hale getirilip bir geçim yolu oluşturması paradigmatik farkı ortaya koyuyor.
Suriye dolayısıyla Rusya ve İran ile sorunlar yaşanıyor olsa da eskisiyle karşılaştırılabilir sorunlar değil bunlar ve nitekim bugünlerde bu alandaki gelişmelerin sadece bir kaç hafta öncesinde Suriye ile ilgili söylenenlerin bir çoğunu geçersiz hale getirmiş olduğu bir gerçek.
Türkiye'nin dış politikasının 2012 yılı değerlendirmesi, böylece daha geniş bir tarihsel süreç içinde alabildiğine anlamlı hale geliyor. Türkiye'nin bugün bu tarihsel perspektiften bakabiliyor olması ve üçüncü büyük depreme hazırlıklı yakalanmış olmasında 10 yıldır devam etmekte olan istikrarlı bir hükümetin asıl belirleyici unsurlardan biri olduğunu da unutmamak gerekiyor. Kuşkusuz, kısa süreli hükümetler veya dışişleri bakanları dönemlerinde bu tarihsel derinliği ülkenin dış politikasına yansıtmak mümkün olmaz.
Yorum Yap