Yazmak, arzulamak ve taraf olmamak

  • 19.05.2012 00:00

 

Yazmak, arzulamak ve taraf olmamak

* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYORadlı köşede yayımlanmıştır.

***

Huzursuz bir kuş olmasaydı yürek, belki çok daha uzun sürerdi ömrümüz ama daha az yaşardık. Bunca cinayet işlenmezdi o zaman, bu kadar çok roman yazılmazdı.

Efendilik taslayanlar tepemizden hiç eksilmese de, kimin sevinciyle sevinip, kimin kahrını hayatının harcı yapacağına kendince karar vermiş bir yüreğin çırpınışı kolay dinmiyor. “Arzu” dediğimiz şey bu kadar asi, bu denli başına buyruk olmasa, tazecikken bizi döktükleri o kalıpların içinde katılaşıp kalırdık herhalde. Taşmazdık, akmazdık, kanamazdık.

Yüreğimizin kime varabileceğine hükmetmeyi kendine hak görenlerin gölgesinde, bu hâlin garabetini pek de sorgulamadan yaşayıp gidiyoruz çoğumuz. Kerameti kendi kutsallarından menkûl bir düzen, kiminle iç içe geçebileceği konusunda kurallar koyuyor yetişkin bedenlerimize. Susuyoruz. Bir norm var kafalarında onların, bir “normal” var; maazallah anormal sayılmayalım diye uymasak da uyar gibi yaptığımız bir şekil.

Derken gün geliyor, dümendekilerden biri başını hafiften kaldırıyor bazen. “Bırakalım onlar ersin muradına, biz çıkalım kerevetine” diyor mesela. Tek cümlelik bir devrim! Barack Obama geçtiğimiz hafta bunu yaptı; eşcinsellerin evlenebilmesinden yana konuşmakla, en uçtaki domino taşına şöyle bir dokunuverdi. Amerika’da, kadınları seven kadınlarla, erkekleri seven erkeklerin medenî haklarını kısıtlayan kanunların tek tek, birbirinin üzerine devrilerek silsile halinde yıkılması yakındır artık. Bir kalıp daha kırılmış olacak böylece, “normal” biraz daha genişleyecek. Güzel. Genişlesin.


“Tek şahısta birçok kişi birdenim”

Yavaş yavaş arzularımızın şeklini aldığımız bir metamorfoz halidir belki de yaşamak. Bunu düşünerek okuyorum romanı. “Arzuladığımız şey biçimlendirir bizi” diyor William Abbott insanı olta iğnesi gibi yakalayan cümlelerinden birinde. Kendi konturlarımı görmeye çalışıyorum kafamda; arzumun nesnesi ne hale getirdi beni, başlangıçta neye benziyordum sahi, bak şimdi neye dönüştüm? Kendi ölçülerinden nasıl bîhaber olabilir ki insan, kendi geometrisi konusunda ne kadar cahil kalabilir ki.

Abbott ya da bizim onun hayatına ilk dalışı yaptığımız lise yıllarına daha uygun düşen ismiyle Billy Dean, John Irving’in son romanının anlatıcısı. Ruhu gibi adını da Shakespeare’den almış bir roman bu:In One Person (Tek Şahısta). On dördüncü asırda henüz on yaşındayken çıktığı İngiliz tahtını yirmi iki yıl sonra terketmek zorunda kalan Kral İkinci Richard’ı, aynı adlı piyesinde, “Tek şahısta birçok kişiyi birden oynuyorum ben ve hiçbiri de memnun değil halinden” diye konuşturmuştu Shakespeare. İçimizdeki kalabalık memnun mesut hamdedip dursaydı yerli yerinde, dışımızdaki bir şeyi böyle ölesiye arzular mıydık dersiniz? Kendimizden başka bir şeye dönüşür müydük?


“Entelektüel değilim, hikâyeler anlatırım”

In One Person, 1942 New Hampshire doğumlu Irving’in on üçüncü romanı. İlk romanını yirmi altı yaşında yayımlayan Irving, kırk dört yaşına geldiğinde, dünya çapındaki ününü borçlu olduğu ve her biri daha sonra unutulmaz birer filme de uyarlanacak olan The World According to Garp (Garp’ın Küçük Dünyası / 1978), The Hotel New Hampshire (New Hampshire Oteli / 1981) ve The Cider House Rules (Tanrı’nın Eseri, Şeytan’ın Parçası / 1985) dahil toplam altı roman yazmıştı. In One Person, maalesef Türkçede baskısı olmayan bu üç romanı —ya da en azından bu romanların filmlerini— hatırlayanlarınıza tanıdık geleceğini sandığım, bugün artık birer “Irving demirbaşı” sayılabilecek temalarla dolu.

O temalardan söz edeceğim. Ama işe tersten başlamak ve Irving’in diğer romanları gibi In One Person’ı da sevmemin esas nedeni olduğunu sandığım şeyi tarif etmek istiyorum önce. Bir yazının konusundan ve üslûbundan ziyade, yazarının “meselesi,” hatta belki “meşrebi” diye adlandırabileceğim şey cezbeder beni ekseriya. Irving’in şaşmaz bir meşrebi var; en uç karakterleri, en trajikomik olayları, en inanması güç ortamları anlatırken bile tavsamayan “sahici” bir dille ve hep“hikâye ederek” yazıyor. Burada, Garp’ın başkarakteri T. S. Garp’tan kopya çekmek en iyisi: “Bir yazarın görevi” der Garp, “alabildiğince kişisel hayal edebilmektir her şeyi; öyle ki sonuçta ortaya çıkan kurgu, kendi kişisel hatıralarımız kadar canlı olabilsin.”

Irving’in de, Garp’ın ağzından yaptığı bu telkine uygun biçimde, ziyadesiyle “şahsî” bir anlatımı ve sürekli bir hikâye etme derdi var. “Derdi” diyorum ama aslında, Irving açısından bilinçli bir yazarlık tercihinden çok, bir tür mecburiyet, bilincine sonradan varılmış bir meşrep olabileceğini de düşünüyorum bunun. Yazarın tam da benim adını andığım üç romanın kazandırdığı erken başarının demini sürdüğü 1986 yılında The Paris Review dergisine söylediklerine bakın:

“Ben bir yirminci asır romancısı değilim. Modern değilim ve kesinlikle postmodern değilim. Ben on dokuzuncu asır romanının, yani biçimin örneklerini üreten asrın formunda yazıyorum. Eski modayım ben, bir hikâye anlatıcısıyım. Analist değilim ve entelektüel değilim.”

Aynı söyleşide, Irving “eserimin babaları” dediği Charles Dickens, Günter Grass ve Kurt Vonnegut, Jr.’a da, yine benim “meşrep” dediğim yazarlık tabiatını billûrlaştıran cümlelerle değinmiş:

“Nezaket sahibi dünyamız onlardan, aşırıcılar diye söz ediyor. Bense onların çok hakikatli, gerçeğe çok sadık olduklarını düşünüyorum. Beni bu yazarlara çeken şey, üslûpları değildir. Dickens’ın, Grass’ın ve Vonnegut’un nasıl ortak bir üslûpları olabilir ki. Ne kadar aptalca! Beni cezbeden onları öfkelendiren, onları tutkulu kılan, onları çileden çıkaran şeydir. İnsanoğlunda alkışlayıp sempatik buldukları ve insanoğlunda yadsıdıkları şeydir. Muazzam bir duygusal menzile sahip yazarlardır onlar.”


Yazarın Garp’tan Billy’ye yolculuğu

Irving, In One Person romanında, kırk beşinci yılına varan yazarlığının ortaya koyduğu duygusal menzili bir kez daha teyid ediyor bence; kendi hayatıyla bariz benzerlikler taşıyan bir hayatı anlatırken, önceki romanlarının hâkim temalarını yeniden deşerek yapıyor bunu.

Başkarakter ve anlatıcı, Garp’ta olduğu gibi yine bir yazar; 2010’da altmış sekiz yaşında bir romancı olarak karşımıza çıkan William Abbott, tıpkı —filmde Robin Williams’ın canlandırdığı—T. S. Garp gibi babasız büyüyor ve entelektüel bir kadına âşık olup evleniyor. Garp’ın en akılda kalıcı karakterlerinden –filmde John Lithgow’un oynadığı– transeksüel Roberta Muldoon, bu kez Bayan Frost karakterinde çıkıyor karşımıza. Eski bir Amerikan futbolcusuyken artık kadın olarak yaşayan Roberta’nın yerinde, Billy Dane’in gittiği erkekler okulunun eskiden güreşçi ve erkek olduğunu kimsenin bilmediği kütüphanecisi Bayan Frost var.

Hem kızları hem erkekleri ama en çok da Bayan Frost’ı arzulayarak büyüyen Billy, Charles Dickens’ın romanlarının içinde kendini kaybettiği yıllarda iki şeyden kesinlikle emin: Büyüyüp romancı olmak ve büyümeyi beklemeden Bayan Frost’la sevişmek istiyor. Bayan Frost, bir yandan tıpkı Garp’ın –filmde Glenn Close’un oynadığı— liberal feminist ve aseksüel annesi Jenny Fields gibi, kendini kalıplara hapsetmemesi için sürekli dil döküyor Billy’ye. Diğer yandan, kütüphanenin bodrumunda nihayet seviştiklerinde, bu koca memeli kütüphanecinin“penisli” bir kadın olduğu gerçeğiyle yüzleşen Billy, başkalarının ölçülerine uydurduğu hazır hükümlerine toslamıyor sadece, o ölçülere bir türlü sığdıramadığı kendi cinselliğine de tosluyor.

Kurgusal bir hâtırat In One Person; Billy’nin hayatını ilk gençlik yıllarından itibaren çizgisel bir izleğe bağlı kalmadan, hafızanın kipine uygun bir “şimdiki zaman” içinde karmakarışık, birbirine geçmiş halkalar halinde, büyük sıçramalar, keskin dönüşler ve inatçı tekrarlarla hatırlamasının hikâyesi. Huzursuz bir yürek sayfalar boyu kanatlanıyor ama uçamıyor uzun süre, uçtuğunda çarptığı cam duvarları ise çok iyi tanıyoruz; onlar hepimizin duvarları.

Billy’nin 1950’lerin Amerika’sında –Irving’in de çocukluğunun geçtiği New England kıyısında— başlayan hikâyesi, 1970’lerde cinsel devrimin sözümona “rahatlaştırdığı” New York’ta kendini biraz daha kaybedip biraz daha bularak, 1980’lerin AIDS salgınında nice arkadaşının vakitsiz ölümünü bizzat izleyerek ve nihayet 2010’da altmış sekiz yaşına varmış bir adamken, artık tuzbuz olmuş nicesinin ötesinde hâlâ ve her zaman yeni cam duvarların yükseldiğini keşfederek sürüyor.

Bir yazarın olgunlaşma hikâyesi bu. Aynı zamanda, arzularının şeklini alarak değişen bir adamın hikâyesi. Kadınları, erkekleri ve transeksüelleri arzulayan, hepsiyle sevişmeyi seven, daha önemlisi hepsini sevmeyi seven biseksüel bir erkeğin hiçbir zaman kimseye tam bir güven veremediği için giderek yalnızlaşmasının hikâyesi.


“Kim olduğunuzdan o kadar emin olsanız”

Çocukluğunun geçtiği küçük şehirdeki tiyatro grubunda, kadın kılığına girmeyi seven ve bu yüzden de piyeslerdeki bütün kadın rollerini kapan oduncu büyükbabasıyla birlikte sahneye çıkıyor Billy. Shakespeare’in Fırtına’sını oynarken üstlendiği hava perisi Ariel rolü, onu kendi ruhsal geometrisi üzerinde ilk kez düşündürüyor. Ariel’in kararsız cinselliğini seviyor; zihinlere nakşolunmuş o görünmez cinsiyet hanesini boş bırakıp, kendini sonsuza uzayan bir gölge gibi hissetmeyi seviyor.

Yıllar sonra, erkekken kadın, kadınken erkek olmaya cüret edenler hakkında konuşurken, çok sevdiği bu kararsızlığının bile aslında huzursuz bir çırpınış olduğunu gerçekten ne kadar anlıyor, içinde asla memnun olmayan bir kalabalık taşıdığının ne kadar farkına varıyor bilmem ama şöyle diyor:

“Ameliyat geçirmiş çok az transeksüel tanıdım. Tanıdıklarım çok cesur insanlar. Onların çevresinde olmak dehşet veriyor bana. Kendilerini o kadar iyi tanıyorlar ki! Kendinizi o kadar iyi tanıdığınızı düşünün. Kim olduğunuzdan o denli emin olduğunuzu düşünün.”

Tarafların en baştan belirlendiği, kimliklerin mümkün mertebe kesin olduğu bir çevrede, kim olduğunun kararını sonuna dek veremeden, tarafını hiçbir zaman seçemeden, hep daha fazlasını arzulayıp, bu arzuyla yazarak yaşıyor Billy.

Irving’in bütün romanlarında yeniden yaratmanın bir yolunu bulduğu kendi güreşçi geçmişinden, yatılı okul ve küçük şehir hayatından; bu arada Ibsen’den, Çehov’dan, Dickens’dan ve tabii, hepsinden fazla Shakespeare’den motiflerle bezediği romanın sonunda, Billy’nin –tıpkı Garp gibi— yazarın alter ego’su olduğundan şüphe duymuyorsunuz haliyle. Şefkatli cümleleriyle alabildiğine genişlettiği“normal” âlemde, Irving’in nerede durduğundan pek kuşkunuz kalmıyor. “Acaba bu yazdıklarını yaşadı mı” nev’inden magazinel sorulara kestirme cevaplar vermek değil sözünü ettiğim şey. Roman yazmakla taraf olmak arasındaki imkânsız ilişkiyi kastediyorum ben. Kitabın bir yerinde, Billy’nin annesi oğlunun meslekî tercihine biraz da mesafeli durarak, “Romanlar da karşı cinsin kılığına girmenin bir yolu aslında” diyor. Bunu hatırladığınızda, Irving’in de “öyle” yaşadığı için değil, “böyle” yazdığı için asla taraf olamayacağını kavrıyorsunuz. Her sahici hikâyeci gibi gölgesi sonsuza uzuyor onun. Ve cam duvarların hepsini birden kırmaya muktedir yegâne yer edebiyat bu hayatta.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums