‘Ben’ dediklerimiz ve acıyı ıstırap eylemek

  • 19.02.2011 00:00

Beyin yiyen bir halkın çocuklarıyız biz. Ben küçükken bol limonlusunu severdim. Gri-beyaz kıvrımların arasına sıkardım limonu; kaynatıla kaynatıla iyice yumuşamış lopların içinde yüzdüğü zeytinyağlı sos, ne kadar tuzlu, ne kadar ekşi olursa o kadar iyiydi. Beynini yediğim kuzucuğun hayalini kurmazdım pek. Her lokmada, o kuzunun yeşil bayırlarını da yediğimi düşünmezdim. Önüme konan beyin salatasına iştahla uzanırken, o kuzunun içine doğduğu sürünün teklifsiz kardeşliğinin, kesilmekten kurtuldu diye herkese akıl öğretmeye kalkan ihtiyar bir koyunun tahammülfersâ tembihlerinin, katırtırnaklarının sarı lezzetinin, kekik kokulu bir ikindi vakti onu bir kuytuda yakalayıp canını yakan tek boynuzlu kara koçun da çatalıma takılabileceği aklıma gelmezdi hiç. Kuzuların hafızası değildi soframızın konusu, insanların hafızasıydı. Anneannem “fosfor, protein, D vitamini, zihin açıklığı” filan diyordu. Ben de limonu sıkıp sıkıp yiyordum.  

Alışkanlıklardan ibaretiz hepimiz

Hadi üç asır öncesine gidelim; 1711 doğumlu İskoç filozof David Hume’un yazdıklarından başlayalım. Hume, Treatise on Human Nature’da (İnsan Doğası Üzerine İnceleme) “ben” dediğimizde aslında ne dediğimiz üzerine düşünür: “Ben kendi adıma, kendim dediğim şeyin mahremiyetine girdiğim zaman, daima şöyle ya da böyle, sıcak ya da soğuk, ışık ya da gölge, aşk ya da nefret, acı ya da haz, biri ya da diğeri olan bir algıya takılıyor ayaklarım. Kendimi her türlü algıdan muaf yakalayamıyorum hiçbir zaman ve belli bir algı olmaksızın hiçbir şeyi gözlemleyemiyorum... Algılarım bütünüyle alınsaydı ve artık düşünemese, hissedemese, göremese, sevemese ya da nefret edemeseydim, tamamen yok olurdum... Hattâ insanlığın geri kalanı için şunu da söylemeye cüret edeceğim ki, onlar, akıl almaz bir hızla birbirini takip eden, sürekli hareket ve akışkanlık içinde olan farklı algıların bir demetinden, bir koleksiyonundan başka bir şey değiller.

Hume’un “ben” dediği şey, çeşitli, parçalı, değişken ve gevşek bir bütündür velhasıl; doğanın üzerimizdeki oyunlarının bizde yarattığı ve bizi zamanla alıştırdığı algılardan ibaret bir bütün... Fransız filozof Gilles Deleuze’ün (1925-1995) yıllar sonra Empirisme et subjectivité’de (Ampirizm ve Öznellik) anlamamızı kolaylaştıracağı gibi, Hume’a göre, “Alışkanlıklarız biz; alışkanlıklardan başka hiçbir şey değiliz” aslında: ‘Ben’ deme alışkanlığından başka bir şey değiliz. Her şey ampirik yani; deneye yanıla oluşmuş bir varlık bizim öznelliğimiz, denediği ve yanıldığı sürece var olan bir şey... Benliğimizin aşkın bir yanı yok; doğanın üzerimizde oyun oynamaya başlamasından önce oluşmuş bir öznesi yok aklımızın.  

Nesne halimiz ile özne halimiz

Hume’un karşısına William James’i çıkaran bir kitap okuyorum şimdi. Bir felsefe kitabı değil bu; dünyanın en önemli sinirbilimcilerinden Antonio Damasio’nun insan beyninden yola çıkarak kurduğu bir nevi evrim teorisi... 1944 Lizbon doğumlu, tıp doktorasını anayurdu Portekiz’de tamamladıktan sonra ABD’ye yerleşen ve çalışmalarını halen Güney Kaliforniya Üniversitesi’nde sürdüren Antonio Damasio, Self Comes to Mind: Constructing the Conscious Brain (Benlik Akla Geliyor: Bilinçli Beynin İnşası) adlı yeni kitabında, yine insan beynine bakıyor. Daha önceki tezleri, en azından Descartes’in Yanılgısı: Duygu, Akıl ve İnsan Beyni (Bahar Atlamaz’ın çevirisi, Varlık) kitabına yansıdığı kadarıyla, Türkiye’deki meraklılarınca da bilinen Damasio, bu kez benlik üzerine kapsamlı bir teori geliştiriyor.

Teorinin temelinde, pragmatizmin kurucu babası James’in “nesne-olarak-benlik” tanımı var. James, insanı, evvel emirde “ruhani” bir varlık sayanlarımızın ya da maddiyata karşı mesafeli durmayı “siyaseten doğru” bulanlarımızın burun kıvırabileceği o muhteşem tanımı, 1890’da yayımladığı The Principles of Psychology’de (Psikolojinin Prensipleri) yapmıştı: “Nesne-olarak-benlik, bir adamın kendine ait saydığı şeylerin toplamıdır. Sadece vücudu ve ruhsal melekeleri değil, aynı zamanda kıyafetleri, karısı ve çocukları, ataları ve arkadaşları, itibarı ve eserleri, arazileri ve atları, banka hesabı ve yatıdır...”

Tabii, burada durmaz James; zaten dursaydı, Hume’un, öznelliğimizi, insan tabiatının tabiatla ve sosyal çevreyle ilişkisine indirgeyen temiz pak tanımıyla pek sorun yaşamazdı herhalde. Ama aşkın bir benlik tanımına, en az Hume kadar yabancı olan James için, bir yandan, “duygular” da önemlidir... Ya da şöyle diyeyim: James, “ben” dediğimiz şeyin farkında olmamızı da önemser; benliğin mülkiyetindeki her şeyin varlığını ve bize ait olduğunu bilmemizi sağlayan o müphem sahiplik duygusunu, kendim deyince aklımıza ne geliyorsa onun çekirdeği sayar. Hume, müthiş bir içe bakışla insan tabiatının sırlarını çözmeye girişmişken, birden aşırı bir uca savrulmuştur James’e göre: “Benliği sadece bir Birlik’ten, soyut ve mutlak bir birlikten ibaret gören tözcü filozofların durumuna düşüyor Hume. O da çıkıp, benliğin bir Çeşitlilik’ten, soyut ve mutlak bir çeşitlilikten ibaret olduğunu söylüyor. Oysa hakikatte, bu birlikle çeşitliliğin bir karışımıdır benlik... Hume, aradaki benzerlik bağını yok sayıyor; benlik dediğimiz şeyin bütün bileşenlerinin özündeki ayniyeti görmezden geliyor.”

Bu ‘ayniyet,’ duygularımızdır. Bir tek bizim bilebildiğimiz, ne kadar açıkça dışa vursak, ne kadar yakından müşahade edilsek de, sadece bizim içeriden görebildiğimiz duygularımız, bizi ‘nesne’ halimizden ‘özne’ halimize taşıyan özümüzdür.  

Beyne bakarken benliği kayıran bilim

Self Comes to Mind’da, Hume ile James arasındaki tartışmanın ayrıntısına girmiyor Damasio; bu ayrımın okurlarca bilindiğini ya da öğrenilebileceğini varsayarak, bizi kendi uzmanlığı olan nörolojinin beyin üzerindeki bulgularından yola çıkan yeni bir “benlik” tanımına davet ediyor.

Damasio’ya göre, insanlığımız öznelliğimizle başladı. Gayet basit bir “bilinç” tanımı yapıyor: “Öznellikle donanmış akıl.” Bizi, evrimsel hikâyeleri bizimkine en çok benzeyen türlerden bile ayıran şey, akıllı olmamız değil ona göre, bilinçli olmamız, yani “özne” olduğunu bilen birer özne olmamız. “Öznellik başlamasaydı” diyor, “yaratıcılık olmazdı. Şarkı olmazdı, resim olmazdı, edebiyat olmazdı. Aşk hiçbir zaman aşk olmaz, sadece seks oldurdu... Ve acı, asla ıstıraba dönüşmezdi.”

Öznelliğimiz olmasaydı, temelini James’in “maddi ben”inde bulan “manevi ben” yani “özne-olarak-benlik” ya da Damasio’nun yeğlediği deyişle, “bir bilen-olarak-benlik” de ortaya çıkmayacaktı çünkü. Etimizi kanattıklarında, beynimiz bunu yine hissedecekti kuşkusuz; kanadığımızı bilecektik ama bilincinde olmayacaktık bunun; acının çeşidi üzerine, şiddeti üzerine, bizi nasıl değiştirdiği üzerine düşünmeyecektik. Öznelliğimiz olmasa, acıyı yine hissedecek ama acı çekmeyecektik.

Damasio, benliğe hem “aklî meleke ve işlemleri, davranışları ve geçmiş hayatı” ile bir nesne hem de bütün bunları bilebilen bir özne olarak bakarken, iki temel soru soruyor aslında: Beyin aklı nasıl inşa eder? Beyin aklı nasıl bilinçli kılar? Ve, bu sorular çevresinde yapılan çalışmalardan, yazılan kitaplardan az çok haberdar olanlarımızın hemen fark edeceği şekilde, bir nörologdan pek de beklenmeyecek bir tercihle, benliği kayıran bir perspektifi öne çıkarıyor. Karısı Hanna’nın bilinci kapalı ya da ağır beyin hasarına uğramış hastalar üzerindeki deneylerinden de yararlanan Damasio, sonuçta, bugün “bilinç” üzerine çalışan birçok nörologun aksine, ancak tamamen uyanık, kendimizin ve çevremizin bütünüyle farkında iken, evrimin bizi ulaştırdığı en üst noktaya tekabül eden anlamda bir benlik sahibi olduğumuzu savunuyor. Damasio’ya göre benlik bir “şey” değil bir “süreç” ve ancak temel aklî işlemlerin üzerine bu süreç inşa edildiğinde “bilinçli” bir varlık oluyoruz. “Benlik” aklımızı terk ettiğinde, mesela rüya görmeksizin uyurken ya da anestezi altında ya da beynimiz hastalandığında, bilincimiz de askıya alınıyor.  

Duygular, duygulanımlar ve bir itiraz

Self Comes to Mind, bu tezlere, benim burada ayrıntılarını anlatmayacağım bir yolculukla, beynin içinden geçerek, adına “glia” denen o bağ dokuda, uzak bir galaksinin keşfine çıkmış bir dünyalı misali bir nörondan diğerine gidip gelerek ulaşan bir kitap. Beynin ve hafızanın olağanüstü haritalarını çıkarıyor Damasio. Bunu yaparken, çok kaba bir özetle, en ulvî tecrübelerimizin, en ruhani ilişkilerimizin bile temelinde “nevral” bir elektriklenme olduğundan emin kılmak istiyor bizi; benlik, son tahlilde, biyolojik evrimi diğer bütün hayvanlara fark atmış olan ve iyi çalışan bir insan beyninin nöronlarının tekelindeki bir marifete dönüşüyor.

Kitabın beni çarpan tezlerinden biri de, Damasio’nun bir “eylem” olarak nitelediği duygulanım (emotion) ile karmaşık bir “algı” olarak nitelediği duygu (feeling) arasında yaptığı keskin ayrım... Duygularımız, duygulanımın bir ileri aşamasına, duygulanımlarımıza ilişkin bilinçli bir algı geliştirdiğimize işaret ediyor ve benliğimizin yapıtaşlarından birini oluşturuyor. İnsan beyninde kaydı olan en eski duygulanımlardan birinin “tiksinme” olduğunu yazıyor Damasio; beynimizin, zehirli olması muhtemel yiyeceklere karşı geliştirdiği bir “eylem” bu; sonra zaman içinde, “tiksinme” eyleminden bir “duygu” üreten de yine beynimizdeki elektrik devreleri... Evrimleştikçe, kirlenmeyle, zehirle özdeşleştirdiğimiz her şey, “tiksinme” eylemine yol açıyor bizde ve biz, bu eylemin farkına vardıkça, ona ilişkin karmaşık bir algı, yani bir “duygu” geliştiriyoruz. Damasio, bu duyguya “iğrenti” diyor; ister pis bir kokudan, ister vicdansız bir tavırdan kaynaklansın, beynimiz kendisini tiksindiren şeyi ve ona karşı ne hissedeceğini biliyor artık.

Self Comes to Mind
’ı okurken, bir yandan, beynimizin beynimizi kavramakta ne kadar zorlandığını düşündüm; bir yandan da, kendi kendimizi bu kadar az tanıyıp, bu kadar az anlarken, Damasio gibi “benliği” bunca kayıran, insan duygularını böylesine başat sayan bir evrim tezinin etik sonuçlarına gitti aklım. Beynine limon sıktığım o kuzucuğu düşündüm yani. Rüyaları, kendi tezinde yerini tam bulmayan bir “paradoks,” rüyasız uykuları “bilincin askıya alınması hali” diye açıklayan Damasio, beyin özürlüleri “benliksiz,” hayvanları ise tümden “bilinçsiz” saymanın da kıyısında duruyor zira. Böyle düşününce, kısacık hikâyesi, bıçağın keskin kenarını boğazında hissettiği o tiz andan anneannemin sofrasındaki ekşi beyin salatasına varmış bir kuzunun hayallerinden, hafızasından ve tabii, ıstırabından söz etmek de imkânsız oluyor.

İyi güzel de, o kuzunun ne hissedip ne hissetmediğini, bir kuzu beyninin neyi ne kadar algılayibldiğini nereden biliyoruz? Dört yüz sayfalık bir Damasio okumasından sonra, en azından bunun cevabını verebilecek durumdayım: Bilmiyoruz!

ycongar@mac.com

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums