Yararlı yaramazlıklar yapa yapa Allahu Ekber

  • 1.10.2011 00:00

Yararlı yaramazlıklar yapa yapa Allahu Ekber

* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.

***

İki tür soruya muktedir insan aklı: Birincisi meraktan, ikincisi isyandan mülhem. Muhtemel cevapların peşine düşerek sorduğumuz “sahici” sorular var bir; öğrenmek isteyerek, açıklama bekleyerek, bilme iştahıyla, merakla sorduğumuz sorular. “Biz nasıl var olduk” böyle bir soru mesela; “kim ya da ne yarattı bizi, ne kattı harcımıza ve şimdi, nasıl oluyor da kendi kendine işliyor bu beden, bu akıl, bu ruh?” Bir de cevabının cevapsızlığında olduğunu sezerek sorduğumuz sorular var ama. Kendi kifâyetsizliğimize son bir itiraz gibi içimizden taşıyor onlar; itaatten ziyade isyanla sığınarak, yakararak “hakiki” sorular soruyoruz. “Ben niye varım” diyoruz mesela, “niye doğdum, niye yaşıyorum, bu bedenin, bu aklın, bu ruhun sebebi hikmeti ne?”

İnançlarımızı, cevapların bitmiş gibi göründüğü yerde kurduğumuzu düşünüyorum ben. Hayatla, evrenle, kendimizle ilgili sırları deştikçe çoğalan esrar illâ ki bir “bilen” arıyor zira. Bu ihtiyaçla, yokluğun içinden bir varlık doğurabilme düşüncesini seviyorum; belki biraz merakla ama sanırım daha ziyade isyan ve itaatle yakararak bir “güce” bağlanabilenlerin erdiği huzuru seviyorum.


Evrime inanan, haddini bilen Hıristiyan

Allahımıza şükrederken, insan yavrusunun bunca boş zamanı olmasına da şükrediyoruz aslında. Ya da din düşüncesini benim gibi “soruların” değil de, “oyunların” içinden anlayan Robert Neelly Bellah böyle düşünmemizi istiyor. Harvard doktoralı, ancak akademik kariyerinin son otuz yılını Berkeley’deki Kaliforniya Üniversitesi’nde profesörlük yaparak geçiren 1927 doğumlu Amerikalı sosyolog Bellah, özellikle “kamusal din” üzerine okuyup düşünmeye meraklı olanların iyi tanıdığı bir isim. Bellah, Jean Jacques Rousseau’dan uyarlayıp, 1950’lerden itibaren derinleştirdiği “Sivil Din” kavramıyla Amerikan devletinin söylem ve simgelerinin dinsel tematiğini ortaya koymuş, yurtseverliğin ve —ne ironiktir ki– milliyetçiliğin bir “din” gibi yaşandığını gösteren örneklerle, ABD’de devlet-toplum ilişkisinin atardamarlarında gezinmiştir. Bizim buralarda yaşayıp da Bellah’nın Amerika üzerine yazdıklarını erken tarihlerde okuyanlarımızın, Kemalizmi tam da olduğu gibi, yani kutsal kitabı Nutuk, kâbesi Anıtkabir ve tanrısı/peygamberi Atatürk olan bir tür “din” şeklinde algılaması da kolaylaşmıştır zamanında.

Bellah, şimdi günümüz toplumlarından uzaklaşıp, dinin kökenine inen bir başyapıtla karşımızda. Ünlü sosyoloğun üniversiteden emekli olduktan sonra tam on üç yılını ayırdığı kitabın adı, Religion in Human Evolution: From the Paleolithic to the Axial Age (İnsan Evriminde Din: Paleolitikten Eksen Çağı’na). Başlangıcı, Büyük Patlama’ya, yani 13,7 milyar yıl önceye kadar giden ama, esas olarak, insanlık tarihinin, günümüzden 200 milyon yıl öncesinden iki bin yıl öncesine kadar uzanan geniş dilimini inceleyen bir kitap bu. Haliyle, çok şey anlatıyor ama kitabın kapağını bir ucundan kaldırmadan önce, sözün özü kadar sahibinin meşrebine de önem verenlerimiz için bir not düşmekte yarar var belki:Bellah, evrim teorisine inanan bir dindar; Anglikan Kilisesi’nin Amerika’daki vârisi sayabileceğimiz Episkopal Kilisesi’ne devam ediyor; bununla birlikte, bütün bir beşerî tarih, coğrafya ve nüfus düşünüldüğünde tüm tek tanrılı dinler gibi Hıristiyanlığın da “merkezî” anlatı olmadığını peşinen teslim ediyor. Ayrıca Bellah’nın felsefî bakışını kendi ifadesiyle “Kant’a yasladığını,” güncel düşünce dinamiğinin ise “Hegel’den beslendiğini” de ekleyebilirim.


Nitel bir sıçrama: Benimle oynar mısın

Bellah, “Dinler nereden çıktı” sorusunun izinde evrenin başlangıcına kadar gitmesini; kabile dinleri, arkaik dinler ve son olarak da Alman filozof Karl Jaspers’den ödünç o tanımla “Eksen Çağı” (Achsenzeit / Axial Age) dediği İsa’dan önce ilk bin yılı, daha da kesin sınırlarla söylersek, İ.Ö. 800’den İ.Ö. 200’e kadar uzanan dönemi anlatmasını, önce çok basit bir cümleyle açıklıyor:“İnsan derinlemesine tarihsel bir varlıktır.” Ardından tarihsellikten anladığı şeyin, aslında dur-durak bilmeyen bir “evrim süreci” olduğunu yazıyor: “Tarih ya da tarih öncesi dediğimizde akla gelenden farklı olarak, insan dininin biyolojik bir tarihselliği olduğunu düşünüyorum. Kendimizi, evrim anlatısının bir parçası olarak kavramalıyız bence. Ve evrim, hiç durmuyor. İnsanın evriminin bir aşamada durmasıyla, evrimin yerine tarihin geçtiği yaklaşımı sosyalbilimciler ve hümanistler arasında revaçta olsa da, saçma bir yaklaşım bence.”

Bellah’ya göre, dinin ortaya çıkışı, insanın evrimiyle doğrudan ilişkili. Tezini, bir çift basit kelâmla, “Çok zamanımız olduğu için oyun oynayabildik. Oynaya oynaya da dinleri icat ettik” diye özetleyebilirim. İnsana özgü bir olgu din; kaynağında ise, Bellah’nın daha ziyade memelilere özgü bir fenomen olarak ele aldığı “oyun” var. Aslında belirli bir gelişkinlik düzeyine erişen bütün hayvanlar oyun oynuyor ya da Amerikalı gelişim psikoloğu Alison Gopnik’in deyimiyle “yararlı yaramazlıklar” yapıyorlar. Bu yararlı yaramazlıkların, uzun dönemde bize fayda sağlasalar bile, kısa vadede hayatta kalmamızı sağlamakla, yani “doğal seleksiyon” şansımızı arttırmakla hiçbir ilgisi yok. Evrimci bakış açısıyla, kısa vadeli işlevi gayet sınırlı; sadece oynamış olmak için oynanan; sürekli tekrarlanan ve esasen bu tekrarlar üzerine kurulan; bu esnada varolan sosyal hiyerarşileri değiştiren; ve hemen her zaman, huzurlu ve güvenli zaman dilimlerinde, Bellah’nın “rahat alan” dediği ortamlarda yapılan bir “iş” oyun.

Oyun oynarken “zamanın içinde başka bir zaman” yarattığımıza inanıyor Bellah; bu yaratılmış zamanda, oyuncular, oyun alanının dışındaki dünyevî hakikatin ötesine geçen çoklu bir hakikatle haşır neşir oluyorlar. Oyunun kendi kuralları oluşurken, hayal ikinci bir hakikate dönüşüyor; oyuncular da o hakikatin içinde yeni bir hiyerarşi kuruyorlar; işleyiş tekrarlana tekrarlana rutinleşirken, kendi kurallarını yerleştirip, kendi şifrelerine kavuşuyor ve derken, bir “ritüel” doğuyor.

Bellah’ya göre, din özü itibariyle, tam da böyle, kendi kodlarını geliştirmiş, o kodlara uyan oyuncularla ayakta duran bir ritüel. Peki niye oynamaya pek düşkün olan o sevimli aslan yavruları ya da akıllı yunuslar değil de, biz insanların harcı oldu din? Bellah, bunu insanın geç gelişmesi, bu sayede de daha çok oynaması ile açıklıyor. Bu süreçteki kritik aşama, 200 milyon yıl önce, uzun ve yoğun bir ebeveyn bakımına ihtiyaç gösteren şaşkın insan yavrularının yeryüzünde belirmesi. Bellah, “Din oracıkta, o tüylü atalarımızın agucuklarıyla doğdu” demiyor elbet ama “neredeyse yirmi bir yaşına kadar, kendi başına hayat mücadelesinin içine atılamayan tuhaf bir tür” olarak insanın, uzatmalı çocukluk ve ilk gençlik dönemi sayesinde, varolma mücadelesinden âzâde bir deneme, yaratma ve icat – yani oyun– evresi yaşayabildiğini, ebeveyninin yıllar süren himayesi sayesinde oynayacak “rahat alan” bulmak açısından diğer canlılardan daha şanslı olduğunu anlatıyor.


“Ahiret” dediğin coğrafi bir meseledir

Bellah kitabını “Eksen Çağı”nın sınırlarında bitirmekle, “dinin kökeni” tartışmasını, Hıristiyanlığın ve İslamın bol dikenli yollarına dalmadan tamamlasa da, bu pek özel çağa ilişkin anlattıkları, tek tanrılı dinleri tarihsel ve, evet, evrimsel derinlik içinde yeri yerine konumlandırmamızı kolaylaştırıyor. Jaspers, 1949’da yayımladığı Vom Ursprung und Ziel der Geschichte (Tarihin Kökeni ve Amacı Üzerine) adlı klasik eserinde, “Eksen Çağı” dediği dönemde, aralarında iletişim olmayan Antik Yunan, Ortadoğu, Hindistan ve Çin’de aynı anda, birbirine benzeyen ve “devrim” niteliğinde düşünsel değişimler olduğuna dikkat çekmişti. Jaspers, “İnsanlığın ruhanî temelleri aynı anda ve birbirinden bağımsız olarak atılmıştır” derken Çin’de Konfüçyüsçülük ve Taoizmin; Asya altkıtasında Hinduizm ve Budizmin; buralarda, biraz doğumuzda Zerdüştiliğin, biraz güneyimizdeki Kenan ülkesinde Museviliğin ve biraz batımızdaki Eski Yunan’da da Sofistlik ile klasik felsefenin eşzamanlı doğuşuna işaret ediyordu.

Bellah da, kitabının ikinci bölümünde bu çağı incelerken, birbirinden farklı dinlerin içinde yeşerdikleri toplumlarda hep aynı işlevi, bir tür “sosyal tutkal” rolünü üstlenmesi üzerinde yoğunlaşıyor. Burada Bellah, bir din sosyologu olarak kendinden elbet beklenen ve birçok ilahiyatçıdan, hattâ din tarihçisinden ayrılan bir bakışla, inancın “toplumsallığını,” bireyselliğinin hayli önüne alarak yazıyor. Ona göre, dinin giderek daha geniş insan topluluklarını birarada tutabilme işlevi de, devam eden “evrim” hikâyemizin fasıllarından biri nihayetinde… Giderek insanın varolması, hayatta kalması ve doğal seleksiyon sürecinde ayıklanıp gitmemesi için “gerekli” bir olguya dönüşüyor din. Ancak “tanrı” için aynı şeyi söylemiyor Bellah; beşerî tarihin nispeten çok küçük bir dilimine denk düşen “tek tanrılı dinleri” merkeze alan Batı’yı, bugün hâlâ geniş demografilerde çok canlı bir hayat ve toplumsal işlev süren, dolayısıyla da evrimin yapıtaşı olmaya devam eden Şintoizmden Budizme kadar birçok kadim dine ilişkin temel bir kavrayışsızlık içinde olmakla suçluyor. “Her şeye hâkim bir mutlak şahıs olarak Tanrı kavramı, sadece tek bir yerden –Ortadoğu’dan– temayüz etmiştir ve bu yerin dışında bulunmaz. Tabii, Hıristiyanlık ve İslam sahip çıkınca, bu kavramın çok yaygınlaştığı bir vakıa. Ancak bu şekliyle Tanrı’nın dine mündemiç bir kavram olmadığını akılda tutmakta yarar var.” Böyle diyor Bellah, mutlak ve biricik bir güce tapınma isteğinin, yararlı yaramazlıklarımızın bir türevi olduğunu anlatmayı, yani dikenliğin tam ortasına atlamayı başka bir kitaba bıraktığını da söylemeden geçmiyor.

Kendi hesabıma, altı yüz sayfaya varan Religion in Human Evolution’u okurken farklı düşünme ihtimalleri konusunda çok şey öğrendim. Ama galiba, beni en çok sarsan, bütün o meraklı ve isyankâr sorularımın temelinde durduğunu ve zihnime gayet oturaklı bir şekilde yerleşmiş olduğunu, bu kitap sayesinde daha iyi anladığım dinle ölüm ilişkisinin, sandığım kadar güçlü olmayabileceği ihtimaliydi. Bellah, imanı ölümlülüğümüzle açıklama, dinsel inancı “ahiret” ihtiyacına bağlama egzersizlerime neşter vurdu diyebilirim. Hıristiyanlık ve İslam’ın dışında hemen hiçbir yaygın dinde ötedünya inancının önemli bir yer tutmadığını, bu açıdan diğer dinlerin benim bildiğimden çok daha “dünyevî,” ahiret terennümlerininin de büyük ölçüde coğrafyamızdan çıkmış bir âdet olduğunu ilk kez bu kadar sahih biçimde Bellah’yı okurken kavradım. Bütün o cenaze ritüelleri, ağıtları, yasları, duaları ve mevlitleriyle “ölüm törenleri”nin, evet tabii, birer “oyun” olduklarını teslim ediyor Bellah ve onlarda yine dinin “tutkal” işlevini görüyor. Cennetle cehennem fikri bir nevî nefis terbiyesine yarasa bile, aynı terbiyeyi, yeryüzü cennetleriyle cehennemleri üzerinden yapan, “oyun” sahasını bu diyarla sınırlı tutan dinlerin, insan kozmolojisinde hem çok daha derin bir geçmişi hem de muhtemelen hâlâ çok güçlüs bir istikbali var. Kitabında başta sona yaptığı gibi, ahiret bahsinde de, Bellah bize, oyunun kaptanı olmadığımızı hatırlatıyor aslında.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums