- 25.06.2011 00:00
* Yasemin Çongar’ın bu yazısı YA DA köşesinde değil, EX LIBRIS / DÜNYA BUNLARI OKUYOR adlı köşede yayımlanmıştır.
***
Hüznün kudret verdiğine inanıyorum. Boşluğu anlamlı kılıyor çünkü. Eksik olanın gizli bilincini taşıyor içinde ve kavuşma ihtimaline olan inatçı bir inançtan besleniyor. İhtimalleri yitirmekten daha kesin bir nihayet var mı? Bu nihai çizgiye bir kez vardı mı, artık nasıl yaşar insan? Nasıl yaşarsın?
Hayatlarımızın orta yerinde, kocaman bir boşluk halinde, kendini sürekli olarak yeniden üreten, yaşanmamış, anlatılmamış, tam anlamıyla hayal bile edilemeyen eksik bir geçmişe duyduğumuz, tatmini imkânsız özlemin adına “nostalji” demek mümkün, tabii. Ya da buna, vaktiyle Susan Stewart’ın yaptığı gibi, “arzuyu arzulamak” diyebiliriz. Hüzünlü bir şey bu. Hüznü ölçüsünde, insanı yaşatan bir şey. Uydurulmuş bir şey. Bir hayat stratejisi.
Romanın “oda müziği” halini sevmek
Romanları, ekseriya, konçertolara benzetiyorum ben. Konçerto-romanlarda, orkestra –olaylar, çevre ve bütün bir hayat– hep biraz geride, hep biraz eşlikçi. Ve solist –romanın başkarakteri– kendisini kuşatan müziğin içinde, kâh o müzikle cilalanan parlak yüzeyiyle gözümüzü alarak, kâh orkestranın ışığını kendi derinliğinde soğurup sindirerek, bazen de adeta büsbütün ayrılıp bir başına kalmayı deneyecekmişçesine dar bir eşikte dikilip cilveleşerek, tekinsiz boşluklarda bildiğini okuyarak öne çıkıyor. Bu tür bir estetik düelloyu, Brahms’ın, Paganini’nin, Çaykovski’nin, Bruch’un ve tabii Beethoven’ın keman konçertolarında mesela, ya da List’in, Grieg’in, Rahmaninoff’un ve, tabii, yine Brahms ve Beethoven’ın piyano için yazdıklarında bulmak mümkün. Ve, bana öyle geliyor ki, bir Anna Karenina, bir Madame Bovary, ya da ne bileyim bir Emma, bir David Copperfield, bir Muhteşem Gatsby de aslında, Romantik dönemin o kuvvetli konçertolarındakine benzer bir ilişkiye çağırıyorlar bizi; romanına başkarakterinin adını vermekten çekinmeyen yazar, eserin nihai çoğulluğunu sağlayan bütün o karmaşık orkestrasyonu, esasen tek bir sesi billûrlaştırmak için yaptığını biliyor elbet.
Ama bir de edebî senfoniler var. Solistliği ya da, en azından, baştan sona istikrarlı bir solistliği mümkün kılmayan; bir ya da birkaç karakterin değil, daha ziyade bir bütün halinde çevrenin, atmosferin, dokunun anlatıma egemen olduğu ve sözü bütün karakterlerden daha fazla taşıdığı, ziyadesiyle akışkan metinler… Başlı başına birer dünya onlar; içlerine düşmüşlüğünüz, içlerinde durmuşluğunuz varsa biliyorsunuz. İskenderiye Dörtlüsü, özellikle de bir bütün olarak, yani Justine’le başlayıp, genelde yapıldığının aksine orada durmadan, Balthazar, Mountolive ve Clea’yı da kapsayarak okunduğunda böyle bir dünyadır mesela. Roberto Bolaño’nun, geçen hafta, üç yıl aradan sonra ikinci kez sinesine sığındığım 2666’sı da bence öyledir; Don DeLillo’nun –ne yazık ki, Türkçede günyüzü görememiş olan– Underworld ’ü de hatta bir senfoni-romandır; ve belki, bu tarz kitapların cümlesinin tepesine, yedi cildiyle tekmili birden Kayıp Zamanın İzinde’yi koyabiliriz.
Graham Swift, konçertolar yazan bir romancı değil; senfoniler yazan bir romancı hiç değil. Onun kitapları, oda müziğini andırıyor daha ziyade. Karakterin de, dokunun da güçlü olduğu ama nev’i şahsına münhasır bir karakter yaratmasıyla ya da dört başı mamur bir dünya kurmasıyla değil, tekil bir duyguyu minyatür gibi işlemesiyle hatırlanan romanlar yazıyor. Bir Swift romanında, genellikle bir ailenin, bir çiftin ya da birkaç arkadaşın, en fazla birkaç günlük bir zaman diliminde izlediğiniz ilişkilerini, hafızanın kanallarından geçmişe gidip gelerek anlamaya çalışırken buluyorsunuz kendinizi. Dar mekânlarda, kısık ışıkta, küçük seslerle süren bir diyalogun ya da bir monologlar dizisinin ortasında sabırla durup, bu tanıklığı yazarın sizin için kurduğu sükûnete uygun bir tevekkülle sürdürmeniz halinde, yavaş yavaş demlenip kıvama gelen bir müziğin, kitabı kapattıktan sonra da sizinle kalacağını hissetmeye başlıyorsunuz çok geçmeden; usul usul akan roman, kendisinden yine usul usul bir duygu damıtırken, bir “sonat” kadar mütevazı, bir “şiir” kadar mahrem olabiliyor. Ve ben, romanın bu “oda müziği” halini de çok seviyorum.
Dürüst bir anlatının olağanüstü hüznü
1949 Londra doğumlu Swift, filmiyle meşhur olan Waterland (Su Diyarı) ve Booker ödüllü The Last Orders’ın (Son İçkiler) yanı sıra, The Light of Day (Günyüzü) ve Ever After (Sonsuza Kadar) gibi kitapları otuz küsur dille birlikte Türkçeye de çevrilmiş, kendisine “yabancı” muamelesi yapmaya gerek olmayan bir yazar. Oysa, onun ısrarla anlattığı bir “İngilizlik hali” var ve ben bu hali, şimdi artık neredeyse yirmi yıl öncesinde kalan İngiltere hayatıma rağmen, sanırım hep biraz “yabancı” buluyorum. Swift’in Britanya’da birkaç hafta önce yayımlanan dokuzuncu romanı, Wish You Were Here (Keşke Burada Olsaydın) ise en çok bu yüzden şaşırttı beni. Yine bir oda müziği eseri ve yine her şeyden ziyade “İngilizlik” üzerine bir terennüm olan bu roman, çok sevdiğim Waterland ve The Last Orders’dakinden daha kuvvetli bir duygudaşlık hissi verdi bana; Wish You Were Here’ın nostaljisini paylaştım sanırım, hüznünü tanıdım ve onda kudret buldum.
Britanya’nın hemen güneyinde, Manş Denizi’ndeki, “İngiliz adalarının en büyüğü” unvanlı ama gerçekte, yeşil tepelerin gri bir denize kum rengi yarların üzerinden kavuştuğu küçük bir ada olan Isle of Wight’ta evliliklerinin en kötü günlerini yaşayan Jack Luxton ile Ellie Merrick’in ortak geçmişlerini ve o geçmişi birlikte nasıl dönüştürdüklerini anlatırken, yazarlığının en güçlü özelliği olan dürüstlükten bin an bile vazgeçmiyor Swift. Yetiştirdikleri sığırların “deli dana” hastalığıyla telef olduğunu gördükten sonra, hayvancılığı bırakıp tatil karavanları işletmeye başlayan “son Luxton,” işiyle, geçmişiyle, hayatı ve hayalleriyle olabildiğinde “sıradan,” olabildiğince “küçük” bir adam. Ama onu, Irak Savaşı’nda ölen erkek kardeşi Tom için yapılacak cenazenin zihinsel hazırlığı içinde ve karısıyla bir hesaplaşmanın eşiğinde, Swift’in doğrusal bir düşünce silsilesine asla kapılmayan, aksine hafızamız gibi halka halka açılan anlatımından izlerken, okuduğunuz her şeyin ne kadar hakiki, her şeyin hayattakine ne kadar uygun, giderek ne kadar basit ve ne kadar evrensel olduğunu hissetmeye başlıyorsunuz. “Küçüklük ve sıradanlık,” süslemeden, folklorize etmeden, banalleştirmeden anlatıldığında, tam anlamıyla dürüstçe anlatıldığında yani, kaçınılmaz bir şekilde kendi küçüklüğüyle, kendi sıradanlığıyla yüzleştiriyor insanı. Bu dürüstlükte, sağlam bir eksiklik bilinci gizli ve muazzam bir hüzün yükü var.
Gerçeğe birden çok yerinden dokunmak
“Keşke burada olsaydın.” Yazıya başlarken, elimdeki kitabı görüp, adıyla dalga geçen arkadaşım olmasaydı, Swift’in ana temasını, bu cümlede ve bu cümlenin çağrışımlarında bulmak aklıma gelmeyebilirdi doğrusu. “Ana tema” derken, romanın ana fikrinden ya da konusundan söz etmiyorum; anlatının kuşatıcı müziği var aklımda, bu sonatromanın hâkim duygusu var.
Swift, Jack Luxton’ı onun hayatını süren birinden beklenecek şekilde içine kapalı, duygularını dışa pek az yansıtan, yansıtmak istediğinde de buna uygun kelimeleri asla bulamayan bir adam olarak tasvir ediyor. Romanı, Jack’in aklının dehlizlerinden geçerek anlattığı için, bu “kifayetsizlik” hali, Swift’in dilini de dizginliyor ister istemez; yazısının dürüstlüğünü biraz da dizginlere direnmemesine borçlu zaten.
Ama “kifayetsizlik,” bir farkında olmama hali değil çoğu zaman; daha ziyade, bir yapmak isteyip de yapamama, neyi ifade edeceğinden ziyade nasıl ifade edeceğini bilememe hali.
Küçük bir yerde küçük bir hayat süren küçük bir adamın, her şeyden çok kendi kelimeleriyle kıstırılmış olduğunu anlatıyor Swift. Yıllar önce, Jack ve Ellie, hâlâ ailelerinin yanında yaşayan birer genç sevgiliyken, annesi ve erkek kardeşi Tom’la çıktığı tatilden, geride bıraktığı Ellie’ye bir kartpostal gönderiyor Jack:
“Bu ilk kartı yazmak, annesi yardım etmese ve biraz düşündükten sonra, ‘Keşke burada olsaydın’ diye yazmasını önermese, onun için ciddi bir mücadele olacaktı. O da öyle yazdı. Yaratıcılıktan olabilecek en uzak mesaj olduğunu bilmiyordu bunun. Yazmıştı. Ve bunu gerçekten dilemişti.”
Romanın başka bir yerinde, Jack, kendisini “yerleşen, vazgeçmeyen,” Tom’u ise “alıp başını giden, geride bırakan” diye tarif ederek, kardeşiyle arasındaki farkı anlamaya çalışıyor. Tom’un on sekiz yaşına bastığı gün evden kaçtığını hatırlarken, kardeşine verdiği doğumgünü kartını ve bir başka kifayetsiz cümlesini düşünüyor bu kez:
“ ‘İyi şanslar, Tom. Seni her zaman düşüneceğim.’ Belki aptalcaydı bu sözlerle veda etmesi, Tom’a verdiği kartta da tıpatıp aynısı yazıyordu çünkü.”
Annesini, babasını, tıpkı insanlar gibi bir kez eşiği aştılar mı delilikleri hiçbir sınır tanımayan sığırlarını, savaşta ölen kardeşini ve yatağın üzerine tabancasını koyup, “benim Ellie’m, benim Ellie’m” diye içinden mırıldanarak, tatmini imkânsız bir özlemle, son bir yüzleşme için beklediği karısını düşünen Jack’i izlerken, belki de hiç yaşanmamış bir geçmişi onunla birlikte hatırlarken, beni bunca sarsan şeyin, kendi kifayetsizliğim içinde adına “nostalji” dediğim, “hüzün” dediğim, “arzu” dediğim şeyin ne olduğunu da, aslında en iyi bu kartpostal cümleleri anlatıyor sanırım. Adı ve Jack’in kullanmaktan başka çare bulamadığı klişeleri gibi, gerçeğe birden çok yerinden dokunan bir roman Wish You Were Here. Hakikatin basit ve ısrarcı olduğunu hatırlatıyor. Acıtıyor.
Yorum Yap