- 3.06.2019 00:00
Nebahat halamda bayamlaşma... Babamın kızkardeşi Nebahat hala, benim baba tarafından tanıdığım tek dindar kadındı... Çok da disiplinli bir kadındı... Bayramlarda İstanbul'da olduğumuzda ve daha sonra babamın ölümüyle bizi terk etmesinden sonra İstanbul'a temelli yerleştiğimizde mutlaka halama gidilir, el öpülür ve halamın, hepimizin ismini kendi elleriyle teker teker köşelerine nakışla işlediği beyaz mendiller içinde bayram harçlığımızı ve birkaç badem şekerini alırdık o mübarek ellerinden...
Anadoluhisarı'nda Göksu çayırına bakan küçücük bahçeli, ahşap iki katlı ev benim çocukluğumun en büyük sarayıydı sahip olunabilecek... Göksu çayırı dediysem, bugünün insanlarının düşünemeyecekleri büyüklükte kocaman bir yamaçtı... Bahçeden çayıra açılan küçük bir bahçe kapısından çayıra çıkar, ebegümeci toplardık ve Göksu'nun kenarındaki çömlekçi atölyelerinde maharetli ellerin ürettiği toprak testilerin, saksıların, küplerin ve envai çeşit eşyanın yapılışını çocuk gözlerimizle ve hayretle izlerdik... Bana o çayır sonsuz gibi gelirdi...
Daha sonraları, gençliğimde, Göksu deresinde, derenin küçücük bir ark halini aldığı noktadaki "çifte çınarlara" kadar sandalla kürek çekerek gidip, sevdalanmanın ilk heyecanlarını yaşadığımda, çayır hala çayırdı... Sonradan "sitelere" arsa oldu koca Göksu çayırı...
Küçüksu kasrı ve deresiyle Göksu arasında kalan büyük çayırlık ise, yazları halkın güzel vakit geçirdiği temaşa yeriydi... İki kişinin zorlukla kucaklayabildiği kocaman kazanlarda mısır kaynatılırdı... Aklımda yüzlerce gibi kalan ama, sanırım 30-40 tane kazan yanyana kurulurdu... Sanki oradaki mısırın tadı da başka mıydı ne... Halamın misafiriyken babamın parası geçmezdi... Çocuklara mısırı Nebahat halam alırdı... Mısır kazanlarının etrafında kocaman alana kurulan panayırda çocukları hayalden hayale koşturan çeşitli çadırlar, açıkta gösteri yapan sihirbazlar, canbazlar ve daha neler neler olurdu... O güzelim mısır kazanlı çayır birinci boğaz köprüsüne şantiye yeri yapıldı, kocaman ağaçlar kesildi, daha sonra da ne mısır kazanı kaldı ne de panayır... Çocukluğumun mısır kazanlarının canına ot tıkadılar...
Babamla gittiğimizde, şimdi küçük bir park haline getirilmiş olan Hisar bahçesinde, surların altından eğilerek geçip minicik bir koya çıkardık... Su sığdı ve biz çocukların oynamasına müsaitti... Babamın beni kucağında suya sokuşunu ve korkudan ona sarılışımı hiç unutamam... O küçücük koy hala var... Sonradan ziyaret ettim iki güzel insanla... Yüzmeyi orada öğrenmedim... Kuzguncuk'ta "yanık yalı"nın sahilinde hem midye çıkarmayı hem de yüzmeyi öğrendim sonraları... O da başka alemdir... Anlatırım belki bir fırsatta...
Nebahat halamı ben 15-16 yaşımdayken kaybettik... Kocası, Ethem enişte benim çocukluk rüyalarımın ahşap evini "mütahite verip" karşılığında kat aldı... Arnavut kaldırımlı yokuşun başına kadar gidip görmek istedim o çirkin yapıyı kaç defa... Ama ayaklarım gitmedi ve görmedim...
Bugün ekranım bayram tebrikleriyle dolu olunca benim de aklıma Nebahat halam geldi... Sizinle de paylaşayım dedim... "O eski bayramlar" diye iç geçirmem ben... Ama eski İstanbullular bilirler... Her eski İstanbullu ailenin hatırlayacağı böyle hikayeler vardır... Hem Nebahat halamı hatırladım... Hem de gözlerimde yaşarma oldu... Saklayacak değilim... Hep söylerim, eski bir Uzakdoğu inanışına gör insan, adı en son anıldığında ölürmüş... Nebahat halamı, babamı tekrar yaşatmış oldum o inanışa göre...Bayramı inançlarına göre kutlayanların da kutlamayanların da bu günleri güzel geçsin... Mutlu ve sağlıklı geçsin... Sevgi ve dostlukla ...
Yorum Yap