- 1.07.2011 00:00
Perşembe geceyarısını biraz geçtiğinde alınan sonuçlar şöyleydi:
YSK 1 - BDP 0; YSK 2 - CHP 0; AKP 1 - TBMM 0; YSK 4 - TBMM 0. Bugün siz bu yazıyı okurken, YSK 6 - BDP 0, YSK 1 - MHP 0, YSK 7 - TBMM 0 veya 6 -1, 5 - 2, 4 - 3 falan olmuş olabilir. Belki de ortalık öylesine karıştı ki, içinizden yazı okumak bile gelmiyor. Ya da KCK 5 - YSK 0 oldu, ortalık hiç yatışmaması gerektiği şekilde yatıştı, bu defa da pek çok siyasetçi ve bürokrat Habur sendromundan hastaneye kaldırıldı. Nasıl bileyim; bir gece boyu tv ahkâmlarına maruz kalmışım, cezaî ehliyetim bile yok.
Anlayabildiklerim şunlardı:
83 14’e gönderme yapmasa sorun çözülebilirdi fakat 74’ü ne yapacaktınız? 100’den sonrakiler zaten sorunluydu ancak burada 269’un 4’ü ve 5’i özellikle durumu güçleştiriyordu. Zaten 176’nın böyle şeylere yolaçması mukadderdi, hep söylemişlerdi. Hele 55, 79 ve 86, öylesine kesindi ki, yargıçlar ne yapabilirdi?
Bu arada anlayabildiğim şeyler de oldu. Diego Forlan gelmiyordu, Halil Altıntop Trabzon’la anlaşmıştı, Elazığ depreminde ölen olmamıştı ve bu yüzden İstanbul’a mazallah bişey olmayacaktı.
Çıkıp ahkâm kesenler arasında favorim AKP’li Bekir Bozdağ oldu. Bülent Arınç’ın “baba gelin, bi çözüm bulunur”larıyla falan geçiştirilemeyecek olan, AKP’nin olaydan sonraki ilk resmî tutum açıklaması denebilecek hadise Bozdağ’ın demeciydi. Ve şahıs bize –mealen– dedi ki: “Hatip Dicle olayı bitmiştir, üstüne su içsinler.”
Bozdağ’ın açıklamasıyla Diyarbakır’dan YSK Milletvekili Oya Hanım’ın yemeyip içmeyip koşa koşa hak etmediği milletvekilliğinin mazbatasını alması arasındaki ortak nokta, işte, Türk sağcı siyasetçisinin ahlâk, vicdan, izan gibi değerler açısından ortalama halini gösterir. Oya Hanım’ın eyleminden partisini sorumlu tutmamalı mıyız?
İyi olan şu ki, bu –üstelik pek naif– fırsatçılıktan pek çok insan, yüzünde hafif bir mide bulantısı ifadesiyle sözetti. Şaşılacak şekilde, Hatip Dicle’ye oy vermiş 70-80 bin kişi de sık sık, “iyi ama bu insanların hakkı yendi” diye anıldı. Yani sonunda Türk medyasında Kürtler en azından bir kerelik empatiye hak kazandılar. Hepsi değilse de sözkonusu 70-80 bin seçmen. O da bir şey sayılır... Tabiî YSK bunu da iptal etmezse. “Milletvekilliği düşürülmüş şahsa oy verenlerin hakkını savunanların kamuya açık yerde alenî demeç vermesine dair” 755, 672, 916 ve 67. Ceza Yasası maddelerinin Anayasa 187’ye göndermesi falan gibi şeyler mutlaka vardır.
Olay sahiden nedir diye anlamaya çalışıp hukukçulara kulak verenlerimiz, memlekette hukuk diye bir şeyin olmadığını bir defa daha idrak etmişlerdir herhalde. Hepsi aynı özgüvenle konuşan sayısız hukukçu, o an için seçip biraraya getirdikleri Anayasa ve yasa maddeleri bileşimine göre, bütünüyle farklı sonuçlara varıyorlar. Ama bu yorum ve yaklaşım farklarından kaynaklanmıyor. Sayıp döktükleri maddeler sahiden de istendiği gibi çekiştirilmeye imkân tanıyorlar, üstelik birbirleriyle çelişiyorlar.
Ama bunu bir arıza ya da şuursuzluk neticesi sayanlarımız aldanır. Ortada, devlet ve rejimin kendini topluma karşı ne pahasına olursa olsun savunmasını garanti altına almış bir sistem var.
Günümüzün en büyük siyasî garabeti bu konuda yine karşımıza çıkıyor. Başlıca derdi bu sistemle mücadele etmek olması gerekenlerin sistem hakkında neredeyse tek laf etmeyip sadece iktidar partisiyle uğraşmaları ne ilginç! Bu memlekette yaşadığımız için tek garabetle yetinemeyiz: buna bizzat iktidar partisi de çanak tutuyor. Otoriter bir devlet rejimi o anki iktidar partisine bu otoritenin kırıntılarıyla beslenme şansı tanıyor ve ahalinin yarısının oyunu alan bir parti bundan gocunmuyor, aksine, fırsatların üstüne atlıyor. Bu arada kırıp döktüklerini de hiç umursamıyor, çünkü nasılsa toplum çoğunluğu arkasında ve rakibi yok. Kürtleri kırıp dökmek de Anayasa ve Ceza Yasası’nca yasaklanmamış zannederim.
Sanki Kürt sorununu başkası çözecek ya da bu memlekette bu savaş ebediyen sürecek.
Dayanağım yok, tahminen söylüyorum, ama iktidar partisinin önderleri sanırım rakipsizliğin ve alternatifsizliğin siyasî başarılarında, sevecekleri ifadeyle, kendilerine gösterilen teveccühte ne kadar rolü olduğunu küçümsüyorlar. CHP ve MHP, niye kuruldukları, nasıl varoldukları, neye dayandıkları beş dakika sâkin düşünüldüğünde kolayca görülür ki, hiçbir zaman hiçbir koşul altında hiçbir yenilikle, değişimle şununla bununla, sahici muhalefet partileri haline gelemezler. AKP’ye sahici muhalefet sadece soldan gelebilirdi, ama solun da devletle, düzenle, rejimle, kapitalizmle bir derdi kalmadı, tek derdi AKP. Bütün potansiyel muhalefeti de AKP’ye çalışıyor.
Şu anda muhalefet sıfatını hak eden tek güç, “Kürt siyaseti”. Fakat iktidar partisi hâlâ ona nasıl davranacağını bilemiyor. Elbette burada da bir ikiyüzlülük, arkasını çoğunluğa dayamış olmaktan gelen bir nobranlık, küstahlık var. Sen, aylarca, Ahmet Türk gibi bir insanın elini sıkmıyorsun. Sonra büyük iddialarla “İmralı”yla görüşmeye başlıyorsun. Tepkilerini bahane ettiğin “millet” sana bir referandumda bir de seçimde ne verebilecekse veriyor. Kabaca, “Kardeşim çöz de nasıl çözersen çöz, biz bakmıyoruz” diyor. Fakat –çoğu abartılı yorumların aksine– hâlâ esas devlet olan devlet Kürtlere yeni bir tuzak kurduğunda, sinsice, kurnazca sabotajlar yaptığında, “Efendim, kanun maddeleri açık...” teraneleriyle riya yoluna sapıyorsun. Ve gidip milletvekilliklerini çalıyorsun. Diyarbakırlı Oya Hanım aracılığıyla yapılanın adı budur.
Siz bu yazıyı okurken hiç değilse KCK tutuklusu milletvekillerine haklarının verilmiş olmasını diliyorum.
(Bunları, “Kürt siyaseti”ne yanaşma modasına kapılıp yazdığımı sanmayasınız diye şu notu ekleme ihtiyacı duyuyorum: “Kürt siyaseti”nin içeriğinden, yürütülüş tarzından şikâyetçi ve rahatsızım, ama ölmeden, Kürtlere yapılmış bunca zulmün hesabının görülebilmesini, bu memleketin Türk-Sünni çoğunluğunun, zulme bazen katılmış, hep göz yummuş olmanın gizli manevî azabı ve kompleksinden kurtulabilmesini, Kürtlerin her neyi Kürtçe yapmak istiyorlarsa yapabilmelerini, böylece kültürümüzün, hayatımızın zenginleşmesini, ileride Türk çocuklarının konu komşudan Kürtçeyi de “haliyle” öğrenerek büyümesini çok istiyorum.)
Yorum Yap