- 8.10.2013 00:00
Kürt sorunu da Ermeni sorunu da tarihî derinlikleri olan sorunlardır. Aslında bu sorunlar ötekileştirici bir kimlik üzerinden ortaya çıkmış, başat kimlik olan Türklük kendisini diğer kimlikler üzerinden var etmiştir. Bu nedenle sorun Kürt ya da Ermeni sorunundan çok bir Türklük sorunudur. Osmanlı’nın son döneminden tevarüs edilen milliyetçilik anlayışına dayalı politikalar sonucu oluşmuş ve bugüne kadar ağırlaşarak gelmiştir. Bir ulus-devlet yaratılırken Türk-Müslüman olmayan gayrimüslim azınlığın hukuk dışı yasalar ve uygulamalar ya da şiddet yoluyla mülksüzleştirilmesi ve göçe zorlanması devlet politikası olarak uygulanmıştır.
1935 yılında İsmet İnönü, Atatürk’ün emriyle Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde bir geziye çıkar ve gezi sonunda hazırladığı Kürt raporunu kendisine sunar. İnönü’nün bu rapordaki tespit ve önerileri asimilasyoncu, baskıcı ve tehcirci anlayışla aynen örtüşmektedir. Rapordaki saptamalardan da açıkça anlaşıldığı gibi Cumhuriyet’in kuruluşunda ve temelinde Türklük yatmaktadır.
İnönü’nün raporunu sunmasından sonra bölgeye umumi müfettiş olarak Abidin Özmengönderilmiştir. 1. Bölge’nin umumi müfettişi olan Özmen raporunda, bölgede Türklüğü aşılayacak azimli öğretmenlerin görevlendirilmesini, veteriner ve ziraatçıların köylerde Türkçe propaganda yapmalarını, Kürt kızlarıyla evlenecek Türklere arazi verilmesini, memur ve hizmetlilerin Kürtçekonuşmalarının yasaklanmasını, bu yasağa uymayanların ihtar, maaş kesme, ihraç gibi cezalarla cezalandırılmalarını, her yıl 3000 kişinin batı illerine göç ettirilmesini ve bu bölgenin genel kanunların dışında farklı kanunlarla idare edilmesini önermekte, huzur ve sükûnun ancak böyle sağlanabileceğini belirtmektedir.
Asimilasyon politikası başarısızlıkla sonuçlanmasına rağmen aynı zihniyet devam etmiştir. Kürtlerin yaşadığı bölgedeki yarı-feodal yapı aynen korunmuş, devlet bazı aşiret reisleriyle işbirliği yaparak bölgeyi dolaylı yönden yönetmeyi tercih etmiştir. Bunun sonucu bölge sosyal, kültürel ve ekonomik yönden modernlik öncesi dönemde kalmıştır. Siyasi partiler oylarını aşiret reisleri yoluyla almışlar ve onların konumlarını güçlendirmişlerdir. Aşiretler arası çatışmalar, toprak uyuşmazlıkları, kan davaları ve feodal değerlerin hâkim olması sonucu oluşan kaotik düzene devletin görünen gücü sadece katkıda bulunmuştur. Bölgede tarihsel olarak asimilasyoncu politikalar nedeniyle ağır bir kimlik sorunu da yaşanmış olduğundan tüm bu sorunlar şiddete zemin yaratmıştır.
Kimlik ve dil sorununu gündeme taşıyan ve barışçıl bir yöntemi savunan Kürt oluşumları, sadece şiddeti benimseyen silahlı örgütler bahane edilerek cezalandırılıp susturulmuştur. Özellikle 12 Eylül döneminde Diyarbakır sıkıyönetim bölgesi gözaltı merkezlerinde ve askerî cezaevinde uygulanan insanlık dışı işkence yöntemleri ve meydana gelen ölümler Kürt sorununu insani ve vicdani bir sorun hâline getirmiş ve Kürt milliyetçiliğinin güçlenmesine yol açmıştır. Bu durum ayrıca PKK’nin tüm gerekçelerini doğrulamış ve örgüte katılmaları artırmıştır. 12 Eylül’ün Kürtler dışında azınlıklar üzerindeki etkisi de ağır olmuştur.
Artık her birey- yurttaş, demokrasinin öznesi olarak etnik bağı dili, dini, inancı, cinsiyeti ve cinsel tercihi ne olursa olsun farlılıklarıyla birlikte, özgürce ve eşit olarak hukuk güvenliği altında yaşamalıdır. Temel felsefesi ve ilkeleri ortaya bu şekilde konulan bir toplumsal mutabakata dayalı yeni bir anayasa ancak Türk kimliğini sorun yaratan bir başat kimlik olmaktan çıkarıp, demokratik bir kimlik hâline getirir ve diğer kimlikleri de demokratikleştirir.
umitkardas@gmail.com
www.umitkardas.com
Yorum Yap