- 12.12.2011 00:00
Kent Konseyleri Yönetmeliği’nin 1. Maddesi, ‘’Bu yönetmeliğin amacı; kent yaşamında, kent vizyonunun ve hemşehrilik bilincinin geliştirilmesi, kentin hak ve hukukunun korunması, sürdürülebilir kalkınma, çevreye duyarlılık, sosyal yardımlaşma ve dayanışma, saydamlık, hesap sorma ve hesap verme, katılım, ‘yönetişim’ ve yerinden yönetim ilkelerini hayata geçirmeye çalışan kent konseylerinin çalışma usul ve esaslarını düzenlemektir’’ der.
Buradaki anahtar kelime bana göre’yönetişim’dir ve yaşadığımız kentin yönetim süreçlerine katılım koşullarını artırması bakımından, üzerinde kafa yormaya değer bir özgünlüğe de sahiptir.
Yurttaşlar ile kamu yönetimi arasındaki ilişkilerin yeniden şekillendirilmeye başlandığı günümüzde, “yönetim” kavramının da değişime uğraması pek tabiidir.
Bu yeni ‘yönetim’ anlayışı, yönetenlerle yönetilenler arasındaki ‘karşılıklı etkileşim’ anlamını içerdiğinden, Türkçede yerini ‘yönetişim’ olarak buluyor.
1996 yılında İstanbul’da düzenlenen Habitat II Konferansı’nda ifade edilen‘good government’ ifadesinin Türkçeye uyarlanmasıyla etkin olarak kullanılmaya başlanan yönetişim kavramı, bir tarafın diğer tarafı yönettiği bir ilişkiden, karşılıklı etkileşimlerin öne çıktığı bir ilişkiler bütününe doğru dönüşümü ifade ediyor. Böylece yönetişim, toplumların, faaliyetlerini yönetmek amacıyla kullandıkları politik, ekonomik ve yönetsel iradeyi oluşturuyor.
Yurttaşların, grupların ve toplulukların, ortaklaşa karar alma ve uygulamada, çıkarlarını dile getirmede, yükümlülüklerini karşılamada ve çatışma noktalarının çözümünde kullandıkları mekanizmaları, süreçleri ve kurumları kapsıyor. Bu yanıyla yönetişim, toplumsal aktörlerin kendi aralarında ya da toplumsal aktörlerle kamu yönetimi arasındaki karşılıklı etkileşimin niteliğine işaret ediyor ve ‘birlikte yönetmek’ anlamını içeriyor.
Önceleri, toplum yaşamını etkileyen konular oy hakkına sahip olanlar tarafından topluca karara bağlanırdı. Bu özelliğiyle ‘katılımcı’ olarak nitelenen demokrasi, giderek ‘temsilî’ demokrasiye dönüştü; çünkü katılımcı sayısı da, kararların karmaşıklığı ve çeşitliliği de artmıştı.
Ancak, temsilci çıkarları ile toplumsal çıkarların zaman zaman örtüşmemesi ve aynı zamanda eğitim ve iletişim alanındaki teknolojik gelişmelerle bilinçlenen kitlelerin toplumsal kararlara katılım isteğinin artması, 21. yüzyılda bu eğilimi tersine çevirmiş ve yeni bir şekle bürünen katılımcı demokrasi ağırlık kazanmaya başlamıştır. Bu süreçte STK’lar (Sivil Toplum Kuruluşları), toplumsal kararların alınmasında seçilmişlerle birlikte rol alır hale gelmiştir.
Bu değişimi kavramadan ve benimsemeden kamu yönetiminde başarılı olmak her geçen gün güçleşecek. Bunun nedeni STK’ların; uyulması gerekli standartların ortaya konulmasında, kararlara dayanak olacak bilgilerin toplanıp yayılmasında, çözümler üretilmesinde ve en önemlisi katılımcı demokrasinin hayata geçirilmesinde hem zorlayıcı, hem de yardımcı olmalarında yatıyor.
Ancak, sivil toplum örgütlerinin rolünün, seçilmişlerin veya kamu kuruluşlarının yerini almak değil, katılımcı bir anlayışla onları desteklemek ve iyileştirmek için sorgulamak olduğu unutulmadan…
2000’li yıllarda toplumlar çok yaratıcı ve verimli yönetişim biçimleri ortaya koyuyor, deniyor ve deneylerinden dersler çıkarıyor. Bu anlamda yeni bir yurttaşlık bilinci gelişiyor. Bu yurttaşlık bilinci kendi sorunlarına sahip çıkan, yüksek standartlar talep eden ama aynı zamanda bu standartların oluşumunda ve hayata geçirilmesinde aktif rol alan, bu yönde kendi içinden çözümler çıkaran ve bunun için yapılanmalar oluşturan yeni bir kimliği simgeliyor.
Bu kimliğin ortaklaştığı adresler olarak da Kent konseyleri biraz daha öne çıkıyor.
Bugün, toplum olarak yaşadığımız hemen tüm sorunların, yolsuzlukların, verimsizliklerin, savurganlıkların panzehiri iyi yönetişim ilkelerini yalnızca sözde değil,özde de benimsemek ve yaşama geçirmek ise, STK’ların kendi içlerinde iyi yönetişimi esas almaları,’toplam kalite yönetimi’ ilkelerinin uygulamaları, bu çerçevede etkin yönetimin yaşama geçirilmesi, yöneticilerin seçiminde belirli çevrelerin ya da hatır-gönül ilişkilerinin rol oynamasındansa, işinin ehlini seçme anlayışının egemen olması, genel anlamda toplumda iyi yönetişim ilkelerinin yerleşmesinde çok önemli bir rol oynayacaktır.
Küreselleşen dünyada, tek tip bir anlayış ve tüm ülkeleri bu anlayış çerçevesinde bir araya getiren bir yapıdan çok, toplum yerine bireyin, merkez yerine yerelin daha fazla önem kazandığı bir sisteme doğru geçiş yaşanmaktadır. Yerelleşme olarak da nitelendirilen bu dönemde, bireylerin kendilerine dair farkındalığına ve tercihlerine yönelik; kadın hakları, çevre duyarlılığı, engellilik gibi konular etrafında bir araya gelen topluluklar, yeni sosyal hareketlere öncülük etmektedirler. Postmodern söylemler olarak da nitelendirilen bu yeni siyasi katılım türü ile birey–devlet ilişkisi de yeni bir şekil almakta, yönetim kavramı yerini yönetişime bırakmaktadır.
Yorum Yap