- 14.06.2018 00:00
Son G-7 Zirvesi tam bir skandalla neticelendi. Hâsılı dünyânın zirvesinde bir deprem yaşandı. Aslında bu gelişme bekleniyordu. Ama, işin skandal boyutu her türlü tahmini de aştı.
Şuradan başlayalım: II.Genel Savaş sonası kurulan Dünyâ Düzeni, özü îtibârıyla bir Atlantik düzenidir ve Amerika Birleşik Devletleri ile Avrupa merkezli bir çekirdeğe oturur. Ama bu çekirdek sert değil, hayli kırılgan bir mâhiyet taşımaktaydı.
Avrupa’nın temel iki gücünden birisi olan Fransa, yıkımdan kurtulmuş olsa da ağır bir işgâl yaşamıştı. Ekonomik olarak önünde bâzı fırsatlar vardı. Sâhip olduğu sömürgeler en büyük avantajıydı. Lâkin, savaş sonrası dünyâ sömürgelerden arınmayı(decolonization) gerektirdiğinde, Pujadizm üzerinden Fransız aşırı sağı buna karşı içeriden en sert direnişi gösterdi. Bu tepkiler zâten siyâseten son derecede istikrarsız olan Fransa’yı daha da istikrarsızlaştırıyordu. Diğer taraftan Fransız Devrimi’nin artçı sarsıntıları devâm ediyordu. Daha rejimini bile oturtmuş değildi. Siyâsal istikrarını nihâyet De Gaulle’ün karizmatik gücüyle bir şekilde sağlaması 1960’ları buldu.
II.Genel Savaş’ın mağlubu Almanya ise, mâlûm ikiye parçalanmış ve Batı Almanya askerî husyeleri sökülerek hadımlaştırılmıştı. Dünyâ işbölümünde payına düşen bir üretim üssüne dönüşmekti.(Aynı durum hadımlaştırılan Japonya için de geçerliydi).
Avrupa, NATO üzerinden askerî düzeyde sıkı bir kontrol alına alınmıştı. Evet Sovyet tehdidine karşı bir ittifaktı bu. Ama içyüzü çok da gönüllü değildi. O kadar ki , pişman olup paldır küldür geri dönse de Fransa bir ara NATO’dan çıkmayı denemekten kendisini alıkoyamadı.
Temel sıkıntı, Avrupa’nın ekonomik gelişmesinin dolar ile terbiye edilmesiydi. De Gaulle, bu işten o kadar bunalmıştı ki, Eurodolarları toplayıp okyanusa dökmekten bahsediyordu. Dolar üzerinden finansal baskıyı, yine kıt’anın en büyük sorunu olan, başta petrol olmak üzere dışa bağımlılığı izliyordu. Unutmayalım ki, bugün sun’i olarak çıkarıldığı artık bilinen 1973 Petrol Krizi’nin bir hedefi de beklenenden daha büyük bir cârî fazla veren Almanya’nın büyümesini baskılamaktı.
AB, aşama aşama ABD baskısını hafifletmenin mücâdelesinin meyvesidir. Kanaatim odur ki, 1990’lar îtibârıyla AB’nin görece başarılarını ABD, Doğu Avrupa’yı çözerek ve Avrupa’nın başına musallat ederek baskıladı. İki Almanya’nın birleşmesi, AB’nin Doğu Avrupa’ya doğru genişlemesi Almanya’yı yeniden iştaha getirdi. Ama ağır masraflar ve uyumsuzluklar, siyâseten Doğu Avrupa’yı Almanya karşıtı hislerle daha fazla ABD’ye bağlamış vaziyette.
Bütün bunlar olup biterken, AB’nin eğreti gelini Birleşik Krallık, dominyonlarıyla birlikte ABD’nin safında yer tutuyordu.
AB için son umut, PanAvrupa hislerle düşünen ve Demokratların ağırlığını oluşturduğu Amerikan siyâsetleriydi. ABD-Avrupa Ticâret Anlaşması Obama’nın en büyük rüyâlarından birisiydi. Trump’ın gelişi ile birlikte bu da çöpe atıldı.
ABD’nin neo-merkantilist bir yeniden yapılanma içinde olduğu âşikâr. Bu şu demek: Dünyâ bir yana, ABD bir yana.. Avrupa’nın devre dışı bırakıldığı ve ABD ile olan ticâretinin baskılandığı, daraltıldığı bir devre giriyoruz. NATO târihinin en büyük krizini yaşıyor.
G7 Zirvesindeki manzara bütün bu süreçlerin bileşkesi olarak ortaya çıktı. Artık çok ciddî bir kırılma değil, yarılma var. Trump’ın aşağılayıcı, dışlayıcı tutum ve davranışları, sâdece Almanya ve Fransa’yı değil, Birleşik Krallığın uzantısı olan Kanada’yı da kapsıyor. Son olarak bu kapsama, Japonya da dâhil edildi. G7’nin hemen ardından Kuzey Kore ile ABD Başkanlarının buluşması buna delâlet ediyor. Pasifik dünyâsı yakın bir gelecekte, çok daha derin bunalımların su yüzüne çıktığı bir alan hâline gelirse şaşırmamamız gerekir.
Kuzey Kore ile ABD’nin anlaşması , doğurduğu ilk izlenimin tersine dünyâ barışı için atılmış bir adım değil. Unutmayalım ki, II.Genel Savaş öncesinde Hitler ve Stalin de barışmışlar ve anlaşmışlardı. Savaşçıl siyâsetlere sâhip iki liderin tokalaşması çok da hayra alâmet değil.
Yorum Yap