- 18.12.2017 00:00
Evet bu ifâde uydurma değildir; kullanılmıştır. Mahdumdan işitmiştim; lisede öğretmenleri Mevlânâ’dan bahsediyormuş. Sıra arkadaşı bizimkinin kulağına eğilmiş ve şöyle demiş: “Hani şu dönme olayını çıkaran adam değil mi?”
Her sene olduğu gibi bu sene de Mevlânâ’nın vefât ettiği; ama sevgilisine kavuşmasına vesile olduğu için bir düğün-bayrama benzettiği geceyi, sene-i devriyesi mûcibince ve dahi çeşitli “etkinliklerle” idrâk edeceğiz. Tabiî ki Konya başı çekecek. Âsitâne’de Mevlevî âyinleri tertip edilecek. Konya, en az 1 hafta boyunca dünyânın çeşitli yerlerinden gelen Mevlânâ dostlarını “ağırlayacak”… Bunun dışında çeşitli şehirlerimizde de sayısız “etkinlik” tertip edilecek.
Bugüne kadar Mevlânâ’nın kapitalist iştahlarla yüklü kültür piyasalarına malzeme kılınması; eşyalaştırılması, alınıp satılması husûsunda, farklı zeminlerde çok şey ifâde edildi. Buna bir şey ekleyecek değilim. Maalesef, ne kadar yazılıp, çizilip ayıplansa da, değişen bir şey olmuyor. Dahası, her sene yapılanlar, eskisinin üzerine bir şeyler daha koyuyor. Yeni gördüklerimiz, eskisine rahmet okutuyor. Evet, son zamanlarda Mevlânâ ve Mevlevî kültürüne dâir millî ve beynelmilel bir âlâka artışından bahsedebiliyoruz. Ama bunun dehşetengiz bir meraksızlık ve cehâlet ile birlikte yaşandığını görüyoruz. Diğer taraftan Mevlânâ ticâreti bütün hoyratlığı, kabalığı ve görgüsüzlüğü ile devâm ediyor.
Mevlânâ “törenleri”ndeki yozlaşmayı, çirkinleşmeyi sâdece Cumhûriyetin kuruluş süreçlerinde izlenmiş olan yasaklayıcı kültür siyâsetlerine fatura edemeyiz. Bu, kolaycılık olur. Evet, büyük bir hata yapılmış, yasaklandığı için bu zarif kültürün, bilgi, görgü ve tecrübelerinin aktarım süreçleri zedelenmiştir. Ama iş bununla bitmiyor. Bir kere Mevlevî kültürünün farklı boyutları olduğunda ittifak etmek gerekir. Dil olarak Mevlevîlik Türkçe değil, Farsçadır. Mesnevî başta olmak üzere Mevlânâ Farsça yazdı. Osmanlı Türkçesi kuvvetli bir Farsça birikimi de içerdiği için, dil engeli o kadar hissedilmiyor ve Mesnevî, özel yetiştirilmiş Mesnevîhanlar tarafından meraklısına kolayca öğretiliyordu. Ama Osmanlı Türkçesi maalesef öztürkçeciliğin kurbanı oldu. Mevlânâ ile Türkler arasındaki dil engeli büyüdü. Buna ilâveten mûsıkî zevkimiz de değişti. Mevlevî mûsıkîsinin inceliklerini bir tarafa bırakan popüler zevkler edindik.
Mevlânâ’nın Farsça yazmış olması şiire çok düşkün Fârisîleri heyecanlandırıyor ve Mevlânâ üzerinden bir kültür milliyetçiliği yapıyorlar. Dostlarımız boşuna heveslenmesin. Mevlânâ kültürü, esas olarak Türklerin kurduğu Mevlevîhânelerde işlendi. İran’da, Tebriz hâriç tek bir Mevlevîhane bulamıyoruz.. Dil tamam ama; görgü, bilgi ve tecrübe olarak Mevlevîlik gerçekten de bir Rûmî; yâni Rumeli ve Anadolu işi bir kültürdür. Sâhib-i aslîsi de Türklerdir… Ama bunlardan daha tuhaf olan başka hususlar olduğunu düşünüyorum: Evet Mevlevî kültürü bir Türk kültürüdür. Ama unutmayalım; Mevlânâ Selçuklu devrinde yaşadı. Ama Mevlevî kültürü basbayağı bir Osmanlı kültürüdür. Elbette ikisi arasında bir devamlılık mevcuttur; ama tıpkı mimârîlerinde olduğu üzere çok ciddî farklılıklar da mevcuddur. Bunu tabiî görmek lâzım geldiğini düşünüyorum. Osmanlı elbet de ardalanına Selçuklu birikimini aldı; ama onu yeni tecrübelerin ışığı altında çok farklı şekillerde yorumladı. Meselâ Selçuklularda olup da Osmanlılarda olmayan zevkler nelerdir? Bu manâda Selçukî devrin insanı olan Mevlâna’nın Osmanlı’daki algısı nasıldı? Ne kadarıyla doğrudan devralınmış, ne kadarıyla da yorumdu?
Ama daha çarpıcı olan bir husus var: Bu kültürün esas olarak Mevlânâ sonrasına âit olduğunu görüyoruz. En başta oğlu Sultan Veled, Mevlevî kültürüne bir nizâm, bir yol yordam kazandırmıştır. Mevlânâ sağken bu düzenlemeler yapılsaydı, ne derdi acaba? Veyâ Sultan Veled, Osmanlı’da Mevlevîhanelerde neşv ü nemâ bulan Mevlevî kültürünü kendi düzenlemeleriyle uyumlu bulur muydu? Meselâ 19. asırda bestelenmiş bir Mevlevî âyininden hoşlanır mıydı?.. Nihâyet aklıma takılan bir başka soru: Mevlevî kültürü dediğimizde meselâ Yenikapı Mevlevîhânesi'nin o ağırbaşlı, müeddeb, irfânî, ilmî dünyâsını mı anlayacağız; değilse Beşiktaş Mevlevîhanesi'nin o cezbe yüklü, kural tanımaz, coşkulu dünyâsını mı? Sultan Veled midir Mevlânâ’yı bize anlatan; değilse Ulu Ârif Çelebi mi?
Kültürel dünyâların statik hesapları kadar, belki ondan daha ağırlıklı olarak dinamik hesapları var. Yaşadığımız hayatlar, fıtratlarımız, meşreplerimiz belirliyor kültürel dünyâlarımızı. Neticede gâliba hepimizin bir Mevlânâsı var; kendimize benzeyen.
Yorum Yap