- 29.06.2017 00:00
Daha iyi bir dünyaya olan inanç artık manâsını kaybetti. İnsanlık kör bir geleceğe doğru evriliyor. Bunu düşünürken Antonio’nin bir filminde geçen bir repliki hatırladım nedense: ”Adına toplum dediğimiz bir şeyde mi yaşadığımızı sanıyorsun? Daha önemlisi bir toplum olma fikrinin yokluğu” diyordu filmin karakterlerinden birisi. Evet; bir şekilde geleceğe yol alıyoruz. Herkes bunu biliyor. Ama çok daha vahim olan gelecek tasavvurumuzun olmaması. Tepki veriyoruz vermesine ama, işte hepsi bu kadar…
20.Asır felâketleri; başta çekirdek coğrafyaları içine alan ve milyonlarca insanın ölümü ile biten Genel Savaşlar, “Daha İyi Bir Dünyâ”ya duyulan inancı derinden sarstı. II. Genel Savaş sonrasında şekillenen dünyâda, savaş “merkezden” çekildi ve dünyânın çeperlerine; Lâtin Amerika, Afrika ve Asya üzerinden sürüldü. Merkez coğrafyalar ise sterilize edildi. Ama sterilizasyon esaslı bir hesaplaşma üzerinden olmadı. Sartre, Camus, Levinas istedikleri kadar meselenin bir “etik” boşluktan kaynaklandığını yazmış olsunlar; neticede reel olarak yapılan; modern dünyâyının tahayyül cephesini inşâ eden fikirlerin resmîleştirilmesi, bürokratize edilmesi ve garantili rutinlere kavuşturulmasından başka bir şey değildi. Batı sınıfı geçememişti. Belki de umut , çeper dünyâlardaydı. 68 Hareketlerinin ilhâmını Çin, Lâtin Amerika, Vietnam Devrimleri gibi “taze” tecrübelerde aramasının sebebi buydu. Ama çok az kimse, umutlarla eş anlı olarak savaşların da çeperlere sürüldüğünü ve bu sebeple merkez-kaç sürecin nâfile olacağını kestirebildi.
İşte bu çelişkiyi görebilen ve kendi çözümünü geliştirebilen yegâne kişi Mahatma Gandhi idi. Çin ve Hindistan’ın “kurtuluş” süreçleri aşağı yukarı aynı zamâna denk düşer. Mao elde silâh savaşırken; Gandhi bunu reddediyor ve yeni bir dünyânın ancak savaşsız kurulabileceğine inanıyordu. Çin’de bir doktrine olan bağlılık vardı. Hindistan’da ise “inanç”. Fark buydu. Reel olarak bakıldığında Gandhi kaybetti; Mao kazandı. Ama daha derinde her ikisi de kaybetti.
Pekiyi hangisine şaşıralım veyâ isterseniz hayıflanalım? Doğrusu doktrinlere acıyasım yok. Doktrin bizzât inançsızlığın göstergesidir. Bâzı doktrinler inancı refere etseler de bu benim nazarımda hep öyledir. İnanıyorsak doktrine ne hâcet? Bakmayın katılıklarına; aslında doktrinler yapısı gereği sıvısaldır. Bir bakıma ;hangi kaba dökülürse onun şeklini alır. Onun için Çin veyâ Vietnam reelpolitikinin kapitalizm ile eşlenmesi zor olmamıştır. Ama, doktrini olmayan ve inançlara kesin bağlılığı öngören Gandhi hareketine ne demeli? Evet; Çin’de doktriner yapılar aracılığı ile kapitalizme geçildi. Hindistan’da ise Gandhi’nin mirâsı yıkılarak. Fark buydu.
Eğer herşey bu kadarla sınırlı kalsaydı; halâ “Daha İyi Bir Dünyâ” ya inanabilirdik. Ama öyle olmadı. Gandhi’nin mirâsına da el attılar. Pekiyi bu nasıl oldu? Gene Sharp gibiler ve Soros enstitüleri sâyesinde.
Merkez dünyânın II. Genel Savaş sonrasındaki sterilizasyonu , “devlet”, “sermâye” ve “ulus” denklemindeki göreli bir yatışmanın ve işbirliğinin eseriydi. Oyunu sermâyenin; özellikle de azgın bir büyüme gösteren finansal yeni dinamikleri bozdu. Sermâyenin; ulusal ve devletli sınırlarla engellenmesi hiç hoşuna gitmedi. Bu engellemeleri aşmak için ulus ve kurumsal yapılara karşı, hayâtın her alanında büyük bir seferberlik başlatıldı. Bunun bir ayağı da entelektüel ve akademik yapıların yeniden formatlanmasıydı. Bahaneler ise mebzûldü. Gerek uluslar, gerek devletler, târihsel anlamda yeteri kadar sabıkalıydı. Çatlakların üzerine gidildi. Aşındırma ve yıkma temelli bu projeler zamân içinde doktriner bir mâhiyet kazandı. Devletle ve ulusla “dalaşma” entelektüel olmanın olmazsa olmazı hâline geldi. Sermâye eleştirilerini unutan ve maddî eşitsizliklere olan eleştirilerini halının altına süpüren sol bu misyonu üstlendi. Solun liberalleşmesinin karşılığı budur.
Her doktrinin bir metod dünyâsı da var. Aradıkları metodlardan birisini anarşist ve terörist odaklarda; yek diğerini ise bir zamanlar çok farklı bir bağlamda ve içerikte ortaya konmuş Gandhi’nin sivil itaâtsizlik formülünde buldular. (Aslında yurt dışındaki PKK algısında bu ikisinin melezlenmesini görüyoruz). Paket programlarla yürütülen Renkli Devrimler Gandhi’nin derin düşüncelerinden bir iz taşımıyor. Sâdece, zâten sabıkalı olan devletleri kızdırmak, ulusları tahrik etmek; kaba güç kullanmalarını sağlamak; böylelikle meşrûiyetlerini de söndürmek için kullanılan bir metod bu. Gârip olan bu hareketlerin bizzat sermâye tarafından pohpohlanması. Bu gösterilerde her iki unsur da birlikte yer alıyor. Ha, arada bir anarşizan doz fazlalaşır; sokaktakiler bankalara da saldırırsa, had bildirmek için gereken yapılıyor. Hamburg ve Frankfurt olaylarında gördük. Sayın Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşünde için için pişirilen de bu. Gerçekten de merak ediyorum: Dünyâyı okuyamamak mı; değilse bir niyet farklılığı mı bu?….
Yorum Yap