Toplum, ekonomi ve kurumsal siyaset

  • 31.10.2016 00:00

 Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Sayın Erdoğan'ın son konuşmalarının hayli trajik bir içerik ve tonlamaya sâhip olduğu anlaşılıyor. Sayın Erdoğan, Türkiye'nin içinde bulunduğu sürecin “olmak veyâ olmamak” noktasında somutlaştığını çeşitli vesilelerle ifâde ediyor. Hakikâten de öyle. Felâket tellallığı yapmaktan ne kadar kaçınsak da, aslında bu tablo, genel olarak “bölgesel”den “küresel”e dünyânın da yaşadığı bir gerçekliğe işâret etmekte. Küreyi zor zamanlar bekliyor.


Türkiye, bu kaotik süreci güçlü toplumsallığı, nispeten dengeli bir ekonomisi ve hayli zayıf kurumsal siyâseti ile karşılıyor. Bu tablonun çok dikkât çekici olduğunu kabûl etmeliyiz. Şimdi yegân yegân bu parametrelere bir bakalım.

Türkiye Cumhûriyeti 1923'de kuruldu. Ardında bıraktığı Osmanlı geçmişinden “arınarak” modern dünyânın “öznesi” olmaya doğru bir yol belirledi. Kurucu Cumhûriyetçi ideolojide bunun şiarlarından birisi de , “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” olarak ortaya koyuldu. Bu kurucu şiar, günümüzde bölgesel kopukluğun ve yabancılaşmanın sorumlusu olarak gösteriliyor. Ben bu kanâatte değilim. Bizzât kurucu kadroların, Misâk-ı Millî'nin coğrafî karşılığından memnun kalmamış olduklarını düşünüyorum. Evet, elde Osmanlı bakiyesi olarak, Mezopotamya'dan koparılmış Anadolu ve bir miktar Rumeli (Trakya) toprağı kalmıştı. Ama niyet, kaybedilmiş ve üzerinde halâ hatırı sayılır Türk ve Müslümânın yaşadığı coğrafyalarla bağı tasfiye etmek değildi. Kurtuluş Savaşı'nın hemen ardından, bizzât Türkiye'nin etkin girişimleriyle sağlanmış Balkan Paktı'nın, kaybedilmiş Rumeli ile Türkiye arasındaki bağların kopmaması için düşünüldüğü kanâatindeyim. Eğer Türkiye Cumhûriyeti “tecritçi” bir tercihte bulunmuş olsaydı, buna değmezdi. Diğer taraftan Sâdabat Paktı da, yine Osmanlı'nın Mezopotamya'daki bağlarını tesis etmek için atılmış bir adımdı. 

Kritik kopuş; yâni “Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” şiârının “tecritçi” yorumunun hâkim olması,esas olarak 1929 Dünyâ bunalımıyla başlayan bir sürece oturmaktadır. Elbette bu “tecritçiliği” konsolide eden olgu; Türkiye Cumhûriyeti'nin, II.Genel Savaş sonrasındaki şekillenmesinin; yâni, NATO üzerinden Atlantik Blokuna dâhil olmasıdır. Bu memleketin insanlarını, zihnen ve rûhen Osmanlı coğrafyasından koparan kültürel yatırımların da aynı süreçte yoğunlaşmış olması tesâdüfî sayılmamalıdır.

Batı'nın bir parçası olmayı hedefine koymuş olan Türkiye'nin, dünyâdaki gelişmeleri karşılamasını sağlayacak olan “sermâyesi” de, zikredilen dönemde mühim bir dönüşüm geçirmiştir. Kalkınma hedefi için kaynak bulmakta alabildiğine zorlanan Türkiye, II.Genel Savaştan sonra, Marshall yardım paketinden bir miktar fon sağlayarak “nefes” alabilmiştir. Bu rahatlamayla berâber, 1950-1970 arasındaki 20 senelik bir dönemde -bâzı arızî bunalımlar ihmâl edilecek olursa- bir kalkınma ve büyüme eğilimi yakalayabilmiştir. Bunun yanısıra-yine askerî kesintileri ihmâl ederek belirtecek olursak- demokratikleşme yolunda hatırı sayılır adımlar atmıştır. Hâsılı, bu yazının konusu olan üç parametreden ikisi; yâni toplumsal dinamizm ve ekonomik kalkınma ayağında Türkiye, bölgesel coğrafyasında eşsiz bir profil çizmektedir. Bu profile, Türkiye'nin demokratik sürekliliğini de ekleyebiliriz. Ama madalyonun arka yüzündeki tablo düşündürücüdür. Demokratik ve dinamik bir Türkiye'nin, burada ödediği bedel, kabûl etmeliyiz ki târihsel kurumsal yapılarındaki aşınma olmuştur. NATO'cu lümpenleşme, tecritçilik ile demokrasinin vasatlaştırıcı etkisi birlikte işlemiş ve kurumsal yapılarımızı zayıflatmıştır.

1970'ler Kondratieff kriz dalgaları hesaplamasında cümle dünyâ için bir negatif B evresidir. 1970'lerden sonra, tecritçi NATO yapıları reaksiyoner bir etki göstermiş, siyâsal istikrarsızlıklar ve ekonomik sorunlar büyümeye başlamıştır. 1989'da dünya siyâsal sisteminin yaşadığı radikal değişimi biliyoruz. Türkiye bu dönüşüm sürecini derinlemesine okuyan kadrolarla yönetilmiyordu. Sovyet Bloku'nun çöküşü, NATO'nun zaferi olarak algılandı ve bizi rahatlattı. Halbuki, bu aynı zamanda NATO'nun krizi demekti. NATO'nun yeni bir doktrini yoktu. Yeni dünyâda hangi doğrultular kazanacağını kimse hesaplayamıyordu. Türkiye-NATO ilişkileri açısından bu yaman çelişki, dönemsel Kondratieff kriz dalgalarının ardından başgösteren yapısal-çevrimsel krizlerin etkisiyle derinleşiyor.

Reaksiyoner NATO yapıları, 1970-2000 arasında; yâni 30 senelik bir dönemde Türkiye'ye yapacağını yaptı. 2000'den îtibâren- 1999 Marmara Depreminin ağır tahribâtı, kontrolden çıkan kamu borçları, iç talan vd- memleket iflâsa sürüklendi. 2002'nin Türkiye için bir milât olduğunu artık aklı başında herkes kabul ediyor. 2002-2010 arasında Türkiye, çok mühim bir dönüşüm geçirdi ve gerek “toplumsal” gerek “ekonomik” alanda hatırı sayılır bir büyüme ve kalkınma sağladı. Ama garip olan husus, aynı dönemde kurumsal yapılara yerleşmiş NATO güçlerinin, Türkiye'nin toplumsal ve ekonomik dinamizmini sağlayan siyâsal oluşum üzerindeki markajıydı. Hâsılı, 2010'lardan itibaren Türkiye'yi değerlendirmek için merkeze alınması gereken NATO'nun bu markajıdır. Yaşadığımız trajik evre, bu çelişkinin zirve yapması ile âlâkalı olduğunu düşünüyorum. 

Sorun, Türkiye'nin işbu târihsel markaj sebebiyle kurumsal yapılarındaki ağır tahribatla bağlantılı gözüküyor. Türkiye'nin zaafı, kurumsal yapılarıyla, toplumsal ve ekonomik dinamizmi arasında tersine işleyen ilişkilerde düğümleniyor. NATO'nun Türkiye üzerinde kurmuş olduğu târihsel markaj, bugünlerde; ”Yurtta Sulh, Cihanda Sulh” şiârının tecritçi yorumunu boşa çıkarıyor. Bizi yeniden kadim târihsel havzamızın meselelerine dâhil ediyor. Bu süreci karşılarken başvuracağımız sermâyemizin zaaflarını bir an evvel gidermek zorundayız.

Yorum Yap

Yorum yazarak yorumunuzla ilgili doğrudan veya dolaylı tüm sorumluluğu tek başınıza üstleniyorsunuz. Yazılan yorumlardan Marmara Yerel Haber (www.marmarayerelhaber.com) hiçbir şekilde sorumlu tutulamaz.

Hack Forum Hacker Forum Hack Forumu Warez Forumu Hacker Sitesi Hacking Forum illegal forum illegal forum sitesi warez scriptler nulled forum crack forumu hacking forumu illegal hack forumu hacking forums