- 19.06.2012 00:00
Cumartesi gecesi, yaz gecelerine özgü bezgin ve ruhsuz, arşivden çıkarılmış programlar ve tavsak, “canlı” muadilleri, haber kanallarında zoraki şekilde akıp gitmeye, zamanı zorla geçirmeye çalışırken, birden “canlı yayınlar” başladı.
Başbakan Erdoğan, Meksika seyahatine çıkmadan önce, rutin bir basın toplantısı düzenliyordu çünkü. Erdoğan’ın, sadece bu tesadüfle düzenlediği toplantı gerçekleşirken, Urfa’daki cezaevinde yangın daha sürüyordu.
Böyle bir “yakıcı” gündem maddesi varken, sadece bir muhabir Urfa ile ilgili soru sordu.
İlgi çeken gündem maddesi, cayır cayır yanan insanlar değil, Fethullah Gülen’in Türkiye dönmesi idi, özel yetkili mahkemeler idi.
Ciddi biçimde insan hayatının ciddiye alınmaması sorunu var Türkiye’de.
Türkiye’nin siyasi kültüründe, gelinen bu nokta, AKP’nin yarattığı bir sonuç değil, AKP’nin sonucu olduğu bir süreç.
Erdoğanlar yaratmaya mahkûm bir düzen bu, eğer eleştirel bakış, sorgulama, bunları yapmaktan da çekinmeme alışkanlıkları yayılmaz ve köklenmezse.
Veya daha güçsüz, ancak şu veya bu şekilde, “düzenin koruyucusu” olacak gruplaşmalar, iktidar gücü bünyesinde bölüşerek, her ne pahasına olursa olsun, gücü sahiplenecek koalisyonlara mahkûmuz.
Türkiye de, aslında devasa bir açıkhava hapishanesi; özgürlüklerin devletin ipoteğinde olduğu.
Düzen, evirilip, değişip dönüşüp, aynı noktada kilitleniyor; Türkiye’de iki grup insan olmaya devam ediyor. Devlete rağmen yaşamını sürdürenler ve devlet sayesinde yaşamını sürdürenler.
İnsan hayatı da, eğer “devlete ait” değilse, çok değersiz.
Mesele buyken, Kürt sorununda da, “çözerse, Erdoğan çözer” gibi bir yaklaşım, Kürt siyasetinin bazı önemli isimleri tarafından dile getirilir olmadı mı, ben gerçekten şaşırdım. Dahası, bir insan olarak rencide oldum.
Bu kadar mı inanmıyoruz gücümüze birey olarak?
Temel dert, insanların kimlik tercih ve aidiyet duygularının illa devletin istediği şekilde biçimlendirilmeye çalışılması, Kürtlere yönelik insan hakları ihlallerinin bir türlü, geri dönülmez biçimde azaltılamaması ise, “tek adam” sorunu nasıl çözer?
Eğer, Kürt sorunu bir insan hakları meselesiyse, “bir insan” bu işi çözemez. Hatta “tek adamın” çözeceği beklentisi, aslında çözümden ne kadar uzak bir zihin yapısında olduğumuzu gösterir.
Kürt meselesini ve Türkiye’nin birçok problemini, sadece “insanın hakkı” ve “insanın gücü” çözer; “devletin insan için, insanın devlet için olmadığı” temel şartını, devlete, “gerçek insanlar” olarakgerçekten benimseterek.
Bir komplo teorisi olarak misyonerler
Pazar günü, üç ülkede seçimler gerçekleşti; Türkiye’yi düşündüren çağrışımlarla.
Fransa’da Sosyalistlerin iktidara gelmesi, Avrupa’da sol hareketlerin girmesi muhtemel dönüşüm ve güçlenme süreci açısından çağrışımlarla, Türkiye’nin yakın geleceğini ilgilendiriyor.
Yunanistan’da her seçimde daha da karmaşıklaşan siyasi tablo ise, bir ekonomik krizin, kronik bir insan hakları ihlalleri sorunu olmayan bir ülke için bile ne kadar sarsıcı sonuçlar doğurabildiğini göstermesi açısından Türkiye’yi çok ama çok düşündürmeli.
Bir de, Mısır’daki başkanlık seçimleri vardı ki (en dikkat çekici yönü bu olmamasına rağmen): “komplo teorileri” zihniyetinin (tıpkı Türkiye’de olduğu gibi) nasıl, bir ülkenin gündeminin mantığını şokladığını, bir bardak suda fırtınalara dönüşebildiğini akla getirdi.
Ordu yanlısı bir duruşu olan sunucu Tevfik Okaşa, Müslüman Kardeşler’in, Hindistan’dan 180 bin adet, “uçan mürekkepli” kalem satın aldığını öne sürünce, dedikoduların ardı arkası kesilmedi. Bu iddiaları destekleyen hiçbir kanıt bulunamadı ama “oyların buhar olacağı” korkusu, ciddi bir tartışma konusu oldu
Komplo teorileri deyince, en tuhaf ve aslında neden var olduğu anlaşılması zor komplo teorilerinden biri, Türkiye’de misyonerlik faaliyetlerine yönelik olanlar.
Gerçekten faaliyet gösteren kaç tane Hıristiyan misyoner var, oldu Türkiye Cumhuriyeti tarihinde? Neden bu teoriler var; sadece ayrımcılık ve Batı nefreti ve korkusu mu bunları ortaya çıkaran?
Alper Görmüş, geçen hafta, “Mahkemeye sunulan Malatya Zirve katliamı iddianamesi ve gazeteci Adem Yavuz Arslan’ın yeni çıkan kitabı Ergenekon’un Zirvesi, Hıristiyan misyonerlere ve azınlıklara karşı yürütülen kampanyanın kodlarını çözmede yeni ipuçları sunuyor... Bilgiler başlıca üç noktaya işaret ediyor: a) 2002-2007 arasındaki azınlıklara ve misyonerlere karşı kampanya, “ciddi” derin devletle“süfli” Ergenekon şebekesinin yollarının en fazla kesiştiği alandır, b) İşte bu nedenle asıl Ergenekon davası Zirve davasıdır, c) Hrant Dink cinayeti çözülecekse eğer, bu noktadan gidilerek çözülecektir” diye yazdı.
Daha önce yazdım ve dile getirdim; misyonerliğe yönelik komplo teorileri aslında tam da, Türkiye’de devletin “karanlık kalbine” giden anahtarı elinde tutuyor.
Bunun başlıca sebeplerinden biri, bence, Ermeni Soykırımı’na yönelik en önemli belgelemeleri yapanlar, (o zaman gerçekten var olan) misyonerlerin olması. Bugün de, Ermenistan’da Erivan’daki belgelerin ciddi bir kısmının kaynağı, misyonerler.
İnsan hakları meselemizin kökenlerinde de, “o eski defterler” yatmıyor denebilir mi?
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap