- 14.06.2012 00:00
Şu an, İstanbul’da açık, dünyanın gelmiş geçmiş en büyük resim ustalarından bazılarının eserlerinin bulunduğu üç sergi var. Bu sergiler ve diğerleri, sadece sanatsal bakımdan değil, Türkiye’nin toplumsal ve siyasi hâlini yansıtmaları açısından da enteresanlar.
Rönesans Ustaları, Hollandalı Ustalar, karma iki sergi. Pera Müzesi’ndeki Zamanın Tanığı ise sadece Goya üzerine kurulu bir sergi. Bu “büyük isimlerin küçük sergileri”, daha önce İstanbul’a ve Türkiye’deki diğer kentlere gelen diğerleri gibi dolup taşıyor. Örneğin, Hollandalı Ustalar, yaniRembrant ve Diğerleri: Karanlık ve Işığın Buluştuğu Yerde sergisi, Sabancı Üniversitesi Sakıp Sabancı Müzesi’nde (SSM) şubattan bu yana açık, ancak yoğun ilgi nedeniyle, geçen pazar kapanacakken bir hafta daha uzatma aldı.
“Büyük isimlerin küçük sergileri” tanımlaması, asla bir küçümseme değil. Sanat, günümüzdeki hemen her şey gibi, piyasa kurbanı. Sigortalamadan, kargolanmasına öyle bir maliyetleri var ki, birçok sanat eserinin Batı’da bulundukları müze ve galerinin dışına çıkarılması imkânsız.
Halkımız, susamış gibi sergilerle ilgili, çok ilgili.
Bu bahar, Dali’nin, her zevkin kolay kabul etmeyeceği, kimi eserleri zihni ve gözü bayağı bir zorlayan nitelikteki bazı eserlerinin, Ankara’da düğün salonları ve “oto sanayi” ile çevrili CER Modern’de büyük ilgi göstermesine tanık olmak, serginin kendisinden bile ilginç bir deneyimdi; hatta asıl sürreal olan tam bu durumu gözlemekti.
Yine, Emirgân’da Atlı Köşk’teki SSM’deki, müzenin kendi koleksiyonundan Osmanlı’nın son zamanlarından Cumhuriyet’e geçiş dönemindeki toplumsal dönüşüm sürecini, resim sanatı üzerinden izleyen Bir Ülke Değişirken: Tanzimattan Cumhuriyete Türk Resmi sergisi ise, Türkiye’nin tarihini tablolar üzerinden dile getiriyor
Sergi, Osmanlı son dönemindeki aslında son derece geleneksel isimlerin, tabuları yıkan, sanatsal tavırları, portreden çıplak modellerin tasvirlerine daha önce denenmemiş “modern” yönelimlerinin izini sürmek açısından çok da ilginç. Tabii, bu ülkenin tarihini, Osmanlı’dan bu yana, siyaset dışındaki bir “perspektiften” inceleyip yorumlamak için de.
20. yüzyıl başında Paris’te gördükleri eğitim sırasında, belli ki Doğu-Batı’nın çatışmasını da yaşayan,İbrahim Çallı, Hüseyin Avni Lijiv ve Halil Paşa’nın çıplak modellerle çalışmaları, bireyselliğin, insana da bir merak ve yeni bir arayışın ürünü.
Aslında, İstanbul’un diğer bir sergisinde de, aynı insani arayışın, insanı bir “küçük kâinat” olarak incelemenin, insana olan ilgi ve merakın, sanatçı tarafından yansıtılışı ana temayı oluşturuyor. 1 haziranda Tophane-i Amire’de açılan Büyük Ustalar: Michelangelo, Leonardo, Raphaelsergisinden bahsediyorum.
Da Vinci’nin, 16. yüzyıl başında, Haliç için tasarladığı, zamanın çok ilerisindeki köprü, Michelangelo’nun bu köprünün yapımı ve diğer bazı “çılgın projeler” için İstanbul’a gelme planları, gencecik ölen ve Rönesans’ın en güzel renkleri kullanan sanatçılardan Raphaello’nun meşhur “Atina Okulu”ndaki (veya asıl adıyla, “Sebeplerin Bilgisi”) bilginler arasında (bugün Başbakan tarafından aşağılanan) filozof Zerdüşt’ün de yer alması, bu coğrafyanın, ortak tasavvurunu da ortaya koyuyor.
Gelelim şimdi, Türkiye’nin bence, ülkenin her köşesinde daha insani bir yaşam arayışındaki halkına bayağı bir beden küçük gelen siyasetini anlatan sergiye. Bu sergi, özellikle gene Boğaz hattında tanık olduğum bir “tablo” ile birleşince, çok anlamlı oldu.
Bahsettiğim sergi, İhtişam ve Tevazu; Padişahın Ressam Kulları. Bu sergi, Dolmabahçe Sanat Galerisi’nde, 25 mayısta Meclis Başkanı Cemil Çiçek tarafından açılmıştı. Resimler, Avrupa’ya resim eğitimi görmeye gönderilen Osmanlı’nın son çeyreğinin bazı ressamlarının, kendi isimlerine, Sultan Abdülaziz ve İkinci Abdülhamid’e atfen, “Kulları” imzasını da ekledikleri eserleri.
“İhtişam ve tevazu”da, tevazuun kime ait olduğu bir belirsiz kalıyor; yeteneğin ihtişamı mı bahsedilen, yoksa padişahın mı? Aynı şekilde, tevazu kimin; yeteneğine rağmen kendine “kulluk” payesini biçen ressamın mı, sanata destek olma alicenaplığını gösteren padişahın mı?
Bu soruların cevabı tartışılır ama, tartışılmayacak bir şey var. Sergiden birkaç kilometre sonra, Boğaz’da bir lokantanın önünde trafiği yararak sıralanan dizi dizi son model makam arabasından fırlayan, “havariler”, daha doğrusu korumalar ve tanımlanamayan hizmetliler güruhu ve hale gibi çevreledikleri bir bakan, insanı sarsan ve vicdanını tırmalayan bir (sahte) ihtişam görüntüsü oluşturuyor.
Daha geçtiğimiz günlerde yürürlüğe giren, içeriği hepimizi etkileyecek bir yasanın sorumlu kişisi, üstelik de görevi gereği aslında bu kadar çok çevreye zarar veren bir araba filosuyla dolaşmaması gereken bakanın bu güce böylesi tamah eden hâli, açıkçası hiç de güven telkin etmiyor.
İşte, günümüz Türkiyesi, ve hiç de odağında insan olmayan manzarası; küçük kâinat, insan- küçük dünya, siyaset.
Türkiye, bu güce tapınma kültürünü halletmeden, ne Kürt sorununu ne de diğer insan hakları temelli sorunlarını çözebilir.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap