- 29.03.2012 00:00
“Uluslararası çevre örgütü Greenpeace, Avrupa’da satılan 76 sebze-meyveyi test etti. Türkiye’de üretilen biber, armut ve üzüm en tehlikeli ürünler çıktı”.
Haberler arasından sadece bir haber; ama bağrış çığrış Meclis’in görüntüleriyle üst üste konunca, ayan beyan bir gerçek, yüzünü orta koyuyor. Hakiki sorunlara çözüm üretmekte güçlük çeken bir siyaset egemen Türkiye’ye...
4+4+4 tartışmaları da, bu felç halinin aslında tam da bir tezahürü. Tartışmaların temelinde elbette “eğitim” konusu olması beklenir ama aslında bütün patırtı, başta sivil toplum örgütleri olmak üzere, her türlü farklı düşünceyi temsil eden kesimlerin, kimselerin kendilerini ilgilendiren kararların alınması sürecinde görüşlerini, tezlerini, muhalefetlerini, karar alma gücünü elinde bulunduranlara iletememelerinden, bir müzakere ortamı oluşturulamamasından, yani sürecin idaresinden kaynaklanıyor.
Zehir yiyip içiyoruz ve Türkiye’nin Gıda Tarım ve Hayvancılık Bakanı Mehdi Eker, “Greenpeace’in ‘Menfaat şebekelerinin’ temsilcisi gibi çalıştığını” söylüyor ve “Türkiye’ye zarar vermeye dönük birtakım beyanlar var. Kasıt var” sözleriyle iddiaları yalanlıyor..
Bu kadar basit mi peki; Avrupa Birliği’nin üyesi bir ülkede bir şey yerken, orada üretilmese de, orada pazarlanan bir ürünü alırken, neden bir iç rahatlığı yaşanıyor da, Türkiye’de bu huzur bir türlü yakalanamıyor.
Bu soru, biraz da Avrupa Birliği’nin ne olup ne olmadığıyla ilgili. AB, kurumsal yapısı itibariyle son derece bürokratik ve “gri”; ancak tam da bu özelliğiyle, yaşam standardı açısından birçok elzem konuda kendi vatandaşlarının sağlığını, refahını garanti altına almak ve “kaliteli bir yaşam sürdürebilmesini” sağlamak için elinden geleni yapabiliyor.
Avrupa Komisyonu Sağlık ve Tüketiciler Dairesi Yöneticisi Paola Testori Coggi, “Avrupalı tüketicilere, dünyanın en sağlıklı yiyecek ve içeceklerini sunuyoruz” dediğinde bunun doğru olduğunu biliyoruz. “Çiftlikten çatala” tarım ürünlerinin takibi, organik tarım yapanlara verilen desteğin AB’nin toplan tarım bütçesinin neredeyse yüzde 10’una ulaşması, AB vatandaşlarının da denetim sürecinde rol almasını sağlayan RAPID (ACİL) uyarı sistemi mekanizmasının oluşturulması, hep, Türkiye’nin kapısının eşiğinde beklediği Avrupa Birliği’nde, gıda güvenliği için uygulanmaya çalışılan politikalar.
Kapıkule sınırından Türkiye’ye adım atınca ise, “herşey Türkiye’ye karşı bir komplo” halini alıyor.
“Taşralaşmak” da işte böyle bir şey; yoksa olay büyük kentlerin “medeniyeti” karşısında “taşranın geriliği” gibi bir saçma ikilem değil. Taşralılık, dünyanın her yerinde, en modern görüntüler arkasına gizli de tezahür edebilen bir zihin yapısı, kısaca kendi kısıtlı düşünce yetisinin enginliğine inanıp, dar kalıplara sıkışarak, kendinden başkasını anlamaya çalışmayarak, bencil ve küçük düşünmek.
Bundan bir süre önce Belçika’da Antwerp Üniversitesi’nin düzenlediği dil haklarıyla ilgili bir toplantıda, Türkiye’de konuyla ilgili yasal ve sosyal çerçeveyi anlatacaktım. Son konuşmacı olarak sıramı beklerken, Belarus’tan Danimarka’ya kadar, Avrupa’nın her köşesinden katılımcı, kendi ülkesinin deneyimlerini aktardı.
Herkesin kendilerine göre aktardığı sorun alanları vardı. Ancak Türkiye, bu sorunların hiçbirinin tartışma alanına bile giremeyecek kadar ayrı bir örnek olmayı sürdürüyordu. 1982’den bugüne değişikliklerle modifiye yan sanayi ürününe dönüşen Anayasa’nın, “Türkçeden başka hiçbir dil, eğitim ve öğretim kurumlarında Türk vatandaşlarına anadilleri olarak okutulamaz ve öğretilemez” maddesi, Avrupa’yı bırakın dünya geneli açısından bambaşka bir boyutta.
Belarus Anayasası’nın 50. maddesi, şöyle diyor; “Herkesin etnik eğilimini koruma hakkı vardır ve aynı şekilde, kimse etnik eğilimini açıklama veya tanımlamaya zorlanamaz. Etnik onura yapılan hakaretler, hukuki yaptırıma neden olur. Herkes, kendi öz dilini kullanma ve o dilde iletişim kurma hakkına sahiptir. Devlet, hukuki düzenlemelerle, öğrenim ve eğitim dilinin seçilmesi özgürlüğünü teminat altına alacaktır.” Avrupa’nın en faşizan diktatörlüğü Belarus, tanıştıralım bu arada...
Bunları düşünürken, bir de üzerine New York Times’tan bir haber denk geldi; zaten biliyor ve üzerine konuşuluyordu da, araştırmalar bir kez daha kanıtlamış ki, çift dilli olmak, insanları daha zeki yapıyor. Bu da, sadece farklı diller konuşabilmekle sınırlı, beynin “dil yetileri” kesimini etkileyen bir durum değil. İtalya’nın Trieste kentindeki International School for Advanced Studies’de eğitim gören ve Budapeşte’de Central European University’de çalışmalarını sürdüren Agnes Kovacs’ın da içinde yer aldığı araştırmalar, birçok dilin konuşulduğu ortamlarda büyüyen bebeklerin dikkatlerinin, farklı işleri birarada yapabilme yeteneklerinin, tek dille büyüyen bebeklere göre daha gelişkin olduğunu ortaya koyuyor.
Kendisi de çok dilli bir ortamda, Romence ve Macarca ile beraber birçok dilin konuşulduğu Transilvanya’da büyüyen Kovacs, Avrupa’da birkaç dilde birden aynı kolaylıkla iletişim kurabilen yeni nesil akademisyenlerden biri.
Kanada, İspanya ve “çok dillilik” konusunun gündemde olduğu birçok ülkede de, benzer araştırmalar yapılıyor, hep de benzer sonuçlar elde ediliyor.
Türkiye’de siyasetin bu konu karşısındaki tavrını “çift dilli” bir deyimle tanımlamak gerekirse, “nato kafa nato mermer”, yani yarı Yunanca yarı Türkçe, “işte kafa işte mermer” (tam Yunancası, “na to kefari, na to mermari”) bir durum söz konusu.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap