- 2.03.2012 00:00
“Evin sahibi, evdeki başköşenin de sahibidir, kendini koruyacak güvenlik kalkanını dilediği gibi oluşturmaya hakkı vardır, kazancın nasıl dağıtıldığına, toprağın nasıl paylaştırılacağı veya satılacağına istediği gibi karar verir; istediği yere evler diker, istediğini istediği işte çalıştırır ve ev halkından, evin çıkarına davranmadığını düşündüğünü canı istediği gibi cezalandırır.”
Bunlar, 15. yüzyılın Kosova’sında geçerli kanunlar... Ama sanki, bugünün Türkiye’sine de çok uzak değil.
Sırbistan’ın, Avrupa Birliği üyeliği yolunda hızla ilerlerlerken Türkiye’nin yerinde sayması, elbette ilk bakışta, “Avrupa’nın kötü niyetine” bağlanabilir. Bu düşünce, Türkiye’nin kendini haksızlığa uğramış mazlum konumuna koymasına da zemin hazırlayarak Türkiye’deki vicdanları da rahatlatabilir.
Oysa, durum böyle değil. Sırbistan’da iktidar, niyet etti ve asla pes etmedi.
Son birkaç yılda, Sırbistan’da, büyük tabular, somut adımlarla yıkıldı. Srebrenitsa Katliamı için özür dilendi, savaş suçluları Uluslararası Ceza Mahkemesi’nin karşısına yollandı, çeteler ve derin devletin mafya kanadı, ülke dışına sürüldü. Sırbistan’da, bunların çeyreğini daha önce yapmaya yeltenen bir başbakanın, Zoran Cinciç’in, 2003’te bir keskin nişancı tarafından öldürüldüğünü unutmayalım. Saraybosna’da insanları avlayan keskin nişancılar anımsandığında, çok da manidar şekilde gerçekleştirilen bir suikasttı bu, arka planında da Yugoslavya Gizli Servisi’nin “derin” kişiliklerinin bulunduğu iddia ediliyordu.
Hırvatistan ve Bosna-Hersek ile olan sorunların çözülmesindeki yapıcı yaklaşımlara da bakılınca, Sırbistan’ın “komşularla sıfır sorun” politikasını da hayata geçirebildiği de öne sürülebilir.
Sırbistan, hâlâ aşırı milliyetçi, yolsuzluklar ve adaletsizliklerin kol gezdiği, Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın bir araştırmasına göre, savaş suçlularının, halkın yüzde 50’si gibi azımsanamayacak bir kesimi tarafından “kahraman” olarak görüldüğü, AB’nin daha geçen aralık ayında sızdırılan bir raporuna göre, yargının hâlâ fena halde siyasal hareket ettiği bir bölük pörçük hukuk devleti.
Ama, Türkiye’den farklı olarak, gerçekten değişmeye niyetli; en azından iktidar kademesinde.
Türkiye ise, hâlâ tarihî açmazlarının mahkûmu.
Belki de Avrupa Birliği’nin Türkiye için temel önemi, Türkiye’nin devlet ve hukuk yapısı içinde kendi kendine bir türlü kuramadığı güçler ayrılığı, fren ve denge mekanizmalarının yerine bu yapının geçmesiydi. 1924’te ilk anayasa yapıldığından bu yana, sürekli “iktidar çoğunluğa sahip olanındır”, “çoğunluğun gücü dizginlenmelidir” kutupları arasında yaşanan çekişmeler, Türkiye’nin siyasetini, dolayısıyla hayatın her alanını zincirledi, zincirlemeye de devam ediyor.
Bugünlerde, hemen her satırında Türkiye’de neyin neden böyle olduğuna dair birçok ipucu bulduğum bir kitapta, Ergun Özbudun ve Ömer Faruk Gençkaya’nın, Türkiye'de Demokratikleşme ve Anayasa Yapımı Politikası başlıklı çalışmasında şöyle ilginç bir ayrıntı var; 1924’teki anayasayı yapan Meclis, sadece Kemalist görüşün temsil edildiği, çoğulculuktan çok uzak bir yapıya sahip. Buna karşılık, milletvekilleri, Atatürk’e “başkomutan” görevinin ve Meclis’i lağvetme yetkisinin verilmesine karşı çıkıyor. Çünkü, “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir” anlayışına katı biçimde inanıyorlar.
1924 Anayasası’nda orduya, Cumhurbaşkanı’nın komuta etmesi konusu şu şekilde çözümleniyor:
“Başkomutanlık, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin yüce varlığından ayrılmaz ve Cumhurbaşkanı tarafından temsil olunur. Harb kuvvetlerinin komutası barışta özel kanuna göre Genelkurmay Başkanlığı’na ve seferde Bakanlar Kurulu’nun teklifi üzerine Cumhurbaşkanı tarafından tayin edilecek kimseye verilir.”
1982 Anayasası’na gelince, “Genelkurmay Başkanı; Silahlı Kuvvetler’in komutanı olup, savaşta Başkomutanlık görevlerini Cumhurbaşkanlığı namına yerine getirir” hükmünü buluyoruz.
2012’de de, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ü, “Başkumandan” olarak ilk kez bir askerî tatbikata katılmanın gururuyla, yanında bembeyaz nanoteknoloji ürünü giysilere bürünmüş bir askerle Kars’ta karlar arasında poz verirken görüyoruz.
1960 darbesinden bu yana da, “çoğunluğun sözü” geçer anlayışı ile buna karşı, “asker- yargı- bürokrasi- derin devlet- bazı gazeteciler- bazı işadamları”ndan oluşan “merkez seçkinler” gibi tuhaf bir koalisyonun demokrasiye aykırı tezlerinin didişmesi, aslında didişenlerin giderek de birbirine benzemesi, birbirlerinin rollerini gönül rahatlığıyla devralmaları Türkiye siyasetini boğuyor.
Avrupa Birliği, sağlayabileceği imkânlar açısından veya üyeleri çok “üstün” ülkeler olduğundan değil, merkezin karar alma mekanizmalarına yerel yönetimler, vatandaşlar ve hatta vatandaş olmayanları katma pratikleri oluşturma, hak ve özgürlükler alanındaki idealleri geliştirme, hukuk devleti kavramını, gerçekten “dengeli” bir güçler dengesi oluşturmak gibi yorumlama arayışları nedeniyle ilginç ve dünya tarihinde bu kadar ilerlemiş bir başka örneği olmayan bir proje.
Türkiye de, bu projenin içinde yer alabilir ve insanlığın aslında yüzyıllardır süren daha iyi, daha adaletli, daha eşit yaşama çabalarına ortak olabilirdi.
Henüz 10 yıl kadar önce, uğruna bir savaşın yaşandığı, Sırpların yaklaşık 700 yıldır “ulusal gurur” meselesi yaptığı Kosova Sorunu çözüme gidiyorsa, daha 20 yıl önce gerçekleşen ve soykırım teşebbüslerinin yaşandığı Bosna Savaşı’nın ardından Saraybosna ve Belgrad’ın arası bulunabiliyorsa, Kıbrıs Meselesi de, Kürt Sorunu da çözülürdü. Artık başka bahara.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap