- 6.01.2012 00:00
Ankara’da bugünlerde üzerine siyasetçilerin de her gün basıp geçtiği karlar, pırıl pırıl parlıyor. Sanki karlarda milyarlarca pırlanta gizli.
Uludere/Qileban’daki karların üzerindeyse, kandan yakutlar...
İnsan Hakları Derneği ve Mazlumder’in haberlerin duyulmasından hemen sonra olay yerine yolladıkları heyetlerin ortak raporundaki her kelime, kalbin tam ortasına bir bomba...
“Olay yerine yaklaşık 300 metre mesafede ve bombanın düştüğü tepenin karşı tepesinde sadece kafası bulunan bir katırın bulunduğu;
(...)Çukurun açıldığı yerin etrafında yaklaşık 5 dönümlük alanda sınırın kuzey ve güney yamaçlarında kararmanın olduğu, karın eridiği, ağaçların yandığı;
Sınır taşının hemen yanında zeytin ve ekmeğin olduğu bir poşetin olduğu ve poşette herhangi bir tahribat olmadığı;
Olay yerinde hâlâ parçalanmış yumuşak dokuların ve kemik parçalarının olduğu, bazılarının katırlara ait olduğunun anlaşılır olduğu ancak bir kısmının da neye veya kime ait olduğunun anlaşılamaz nitelikte olduğu...”
Bunları okudukça, başım dönmeye, kulaklarım uğuldamaya başlıyor... O kadar kızgınım ki... Lime lime eden bir elem, yanı başında çığlık çığlığa bir öfke. İnsanlara bu mu reva?
İki farklı görüşteki iki hak örgütünün beraberce hazırlaması nedeniyle ayrıca değerli olan rapordan alıntıları okumaya devam edelim. Sözü saldırıdan yaralı kurtulan 19 yaşındaki Haci Encü’nün rapordaki ifadelerine bırakalım:
“Bizim köyün yaylasına vardık, yayla tam sınırdadır. Orada önce aydınlatma fişeği ve akabinde de top-obüs atışı yapıldı. (...) Hemen ardından uçaklar geldi ve bombardıman başladı, biz iki gruptuk, öndeki grup ile arkadaki grup arasında 300-400 metre mesafe vardı, ilk top atışından hemen sonra uçak geldi, askerler bizim yaylayı tuttukları için, bu tarafa geçebileceğimiz başka yol yoktu...”
Bombalamada 18 yaşında ölen Özcan Uysal’ın kardeşi Şükrü Uysal:
“Askerler tarafından atılan aydınlatma fişeği ortalığı gündüz gibi aydınlatır. Bu aydınlatma sayesinde askerler herkesi rahatlıkla seçebilirdi” diyor.
Gene raporda, olaydan sağ kurtulan Servet Encü, şunları söylüyor:
“Bu işi (sınır ticareti) babalarımız da, dedelerimiz de yapıyordu. Biz de yaptık. Burada fabrika falan yok. Biz bu iş ile geçiniyoruz. Bu köyde bu sınırlarda herkes bu işi yapıyor. Orada Iraklılardan mazot, şeker ve gıda aldık. Haftanin ve Sinat’a da gitmedik. Geri dönerken askerler yolumuzu kestiler. Her zaman keserdiler. Ancak geçmemize izin verirlerdi. Bu kez izin vermediler. Bizi sınırda beklettiler. En son da üzerimize bomba yağdırdılar.”
Ölenler, daha ya çocuk ya çocukluktan yeni çıkmış genç. Birçoğu okullu, aralarında mühendis çıkmaya çalışan var.
Rapor, kendini adeta ayakta tutmak için aşırı bir ciddiyetle, kelimelerin kederle biraraya toplaşıp anlattıkları mezalimin ateşini soğutmaya çalışan vakur bir dille sürüyor:
“Sınır taşının hemen yanında bomba parçalarının görüldüğü, sınır taşında herhangi bir darbenin olmadığı, mazot bidonlarının etrafa yayıldığı ancak parçalanmadığı, olay yerinde canlı organizma olarak nitelendirebilecek insan, hayvan ve bitki örtüsünün zarar gördüğü ancak isabet eden yer dışında taş, bidon ve benzeri maddelerin etkilenmediği...”
Evet, devletin gururudur bu; sınır taşı sağlam kalmış, ‘insan örtüsünden’ kalan parçaların “darısı başlarına” sağlam, güzel mezar taşları...
Aralarında dostum İHD Van Şube Sekreteri ve Türkiye’nin en kıymetli dergilerinden Qijika Reş/ Kara Karga’nın emektarlarından Sami Görendağ’ın da bulunduğu hak savunucularının yaptığı bu titiz çalışmayı, gazeteciler yapmalıydı.
Ama ya kaynak yok, ya çok meşgulüz, MİT’in daveti var, icabet edilecek bir sürü resmî gezi var...
Rapordaki şu tesbitleri medya yapmalıydı:
“Olaydan sonra hiçbir resmi kurumun yaralıları ve cenazeleri almak için girişimde bulunmadıkları ve köylünün kendi imkânlarıyla olay yerine geç intikalden dolayı kimi yaralıların kan kaybı veya donarak öldükleri, olaydan sonra köylülerin cenazeleri almaya gitmeleri ile birlikte yol kesen askerlerin oradan ayrıldıkları, cenazelerin köylüler tarafından alınarak kendi imkânları ile Gülyazı köyüne getirildikleri;
Hastane koşullarının otopsi işlemine elverişli olmadığı, cenazelerin gelişigüzel odalara bırakıldığı, cenazelerin akrabaları tarafından battaniyelere sarıldıkları, hastane personelinin yetersiz sayıda olduğu hatta gördüğümüz kadarıyla neredeyse yok denecek sayıda olduğu ve cenazelerin aileler tarafından otopsiye ve cenaze araçlarına taşındığı;
Cenazelerden otopsi sonucunda elde edilecek delillerin mevcut koşullar nedeniyle usulüne uygun şekilde alınamayacağı, bu nedenle delillerin karartılma ihtimalinin yüksek olduğu;
Hastanede heyetimiz tarafından görülen cesetlerin bir kısmının yanmış, iç organlarının dışarıda olduğu, çoğunun kafatasının parçalandığı, vücut bütünlüklerinin parçalanmak suretiyle bozulduğu;
Olayda tahrip gücü çok yüksek, yakıcı nitelikte mühimmatın kullanıldığı...”
Veya bir köylünün yönelttiği “Heronlar her şeyi tesbit ediyor. Bizim çocuklarımızın üzerinde silah yoktu. Heronların bunu tesbit etmiş olması lazım. Buna rağmen neden çocukları bombaladılar” sorusunu gazeteciler sormalıydı ilk günden.
Bu kadar ilgisizlik, medyanın ilk refleksi olması gereken merakın, şüpheciliğin eksikliği düşündürücü gerçekten. Ama şaşırtıcı değil; medya da, büyük çoğunluğuyla, insansız hava aracı siyasetle beraber kuşbakışı uçuşta çünkü... Aşağıdaki “karaltıların” kim, ne olduklarının ayırdında olmadan...
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap