- 20.10.2011 00:00
Bu yazı, hukuk ve adalet yoluyla toplumsal barışa ulaşma konusunda olacaktı. Yani, hakikat komisyonlarının dünya genelindeki örnekleri üzerine. Anadolu Kültür’ün, 15-16 ekimde İstanbul’da düzenlediği “Hakikat Komisyonları: Dünya Deneyimleri ve Türkiye” toplantısının düşündürdükleri, bu toplantıda Güney Afrika, Peru ve Sırbistan’dan katılımcıların aktardıklarından, geçmişle yüzleşme deneyimlerinin düşündürdüklerinden bahsedecektim.
Sonra bir kurşun sessizliği bağrış çığrış üzerimize yıkılıyor.
Çukurca’da üstelikte, yerleşim merkezinin göbeğine inen çatışmalar olmuş.
Rakamlar, ölü ve yaralı sayısının yüksekliği hepimizi sarsıyor, hayat toz duman oluyor. Hep aynı şeyleri konuşuyoruz, tartışıyoruz; söylenmiş her şeyi, yeniden, tekrar tekrar söylüyoruz. Sonra, ‘flaş haber’ ile bir anda havaya uçan hayat parçaları yerli yerine oturmaya başlıyor. Günlük yaşama dönüyoruz. Ateş sadece düştüğü yeri yakıyor. Yakınlarını kaybedenler, göğüslerini yumruklaya yumruklaya bir ömür boyu dövünüyor, bir anda itiliverdikleri acı çukurunun tünellerinden hayat boyu çıkamıyorlar.
Asıl Çukurca, acının çukuru. Bazılarımız kenarından dönenip içeri bakıyor, bazılarımız başını çeviriyor çukurun içini görmemek için... Kimimiz de, içinde, ateşinde yanıyor çukurun. Hepimiz esiriyiz bu çukurun.
Örgüt, hayır kurumu değil. Ve meydan okuyor; merkeze yapılacak bu kadar ciddi bir saldırı, en az 15 günlük koordineli bir planlama gerektirir. Demek ki, PKK’nın mesajı açık; “‘bölge’ bizden sorulur, istersek bir yerleşim merkezinin göbeğinde devlet otoritesini saatlerce yok edebiliriz”.
Devletin son dönemde kullandığı taktiklerin tümü de, çatışmaları toplumsallaştırma riskini taşıyan nitelikte. Oysa, çatışmalar, gözlerden ırak dağlardan bayırlardan, merkezlere taşındıkça, Kürtlere yönelik ayrımcılık sorunu da toplum tarafından içselleştirilecek. Topyekûn bir grup olarak görülen Kürtler üzerindeki “şiddeti reddet” baskısı artacak. Oysa, bu ‘iyi niyetli’ baskının arkasında Kürtleri şiddetle birleştiren, eşleştiren, her bakımdan sapla samanı karıştıran bir ayrımcılık var.
Toplum tarafından kuşatılan ve bu tarz bir bakış açısıyla, ister istemez şiddetten sorumlu tutulanlar ‘Kürtler’ oluyor. Bir sürü farklı kimlik, kişilik, siyasi bakış açısı ve duruştan oluşan bir ‘üst kimlik’, ezici bir şablona dönüşüyor.
Sivil toplum ve akademi dünyasında, siyasi bir konu tartışıldığında hep tekrarlanan bir tablo var. Toplantının sonunda söz alan ‘Kürtler’, son derece trajik, kişisel tanıklıklarını veya duydukları yaşanmışlıkları aktarıyor. Herkes öyle rutin, biraz da sıkılmış vaziyette dinliyor. Sonra sessizlik...
Artık neler yaşandığını biliyoruz ve susmaktan da kötüsü, ilgilenmiyoruz. Kürtlerin acılarını da yaşadık ve tükettik. Sorunu fiilen, PKK ve ordu-emniyet üçgenine havale ettik. O zaman, ölümden başka haber bekleyebilir miyiz yekpare bir cephe haline dönüşen ülkenin her köşesinden?
Türkiye, kendini demokrasi, hak ve özgürlükler alanında bir ‘model’ ülke olarak görmeye başladı. Ama şu detayı da gözden kaçırmamak lazım; Sırbistan’da Miloşeviç’in devrilmesinden Srebrenica Katliamı için Sırbistan Parlamentosu’nun resmen özür dilemesine kadar ülkenin demokratikleşmesindeki dönüm noktalarında kilit rol oynayan gençlik hareketi OTPOR!’un (DİRENİŞ!) tedrisatından geçmiş aktivistler, Mısır’daki halk ayaklanmasında öncü rol oynayan bazı gruplara ‘hocalık’ yaptı. Türkiye’ninse, özel harekât polisleri, Libya’nın
direnişçilerine çatışma taktikleri konusunda ders verdi.
Türkiye’de sivil toplum artık kendi gücüne, bir şeyleri değiştirebileceğine inanmıyor. Özellikle, Kürtler arasında böyle bir kanaat çok yaygın. “Yüzlerce sivil toplum örgütü açıklama yapıyoruz, kimse dinlemiyor” veya “Onbinlerce kişi sokağa dökülüyoruz, haber bile olmuyor”; bunlar, farklı olaylar için dile getirilmiş aynı yakınmalar.
Devlet, her şeyi yerine çakılacak bir çivi olarak gören ‘çekiç gücünü’, bu zihniyetini değiştiremiyor. Devleti, haklarını söke söke alarak dönüştürebilecek tek güç olan halk, organize olarak iradesini ortaya koyamıyor.
Anadolu Kültür’ün yapmaya çalıştığı gibi, hakikat komisyonları gibi çatışmaları çözümleyici mekanizmalar yoluyla barışa ulaşabilme konusunu tartışmaya açma çabaları, savaşın tüten dumanı arasında yitip gidiyor.
Bu tip mekanizmaların dünya genelindeki örneklerine bakıldığında iki temel kaide üzerinde yükselerek, toplumsal algılara, değerlere ‘ayar verdikleri’ gözleniyor. Bunlar da, onur ve adalet kavramları.
Mağdurları, ezilenleri, acılarının hakkını teslim ederek onurlandırmak ve hukukun, yaşananların tekrarını engelleyecek adilane biçimde çalışacağının sözünü veren bir adalet düzenini tahsis etmek, hakikat komisyonları gibi mekanizmaların hedefleri.
Yoksa, hiçbir hakikat komisyonu ‘sihirli değnek’ değil. Tıpkı, yeni anayasaların olmadığı gibi.
Türkiye’de hep gıptayla örnek gösterilen Güney Afrika’da Apartheid dönemindeki suçluları mercek altına alan Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu örneğinin aslında, ırkçılık, ayrımcılık gibi sorunun esas kaynakları olan konuları tamamen es geçmesi, üzerine düşünmemiz gereken bir gerçek.
Ama savaş, tüm sesleri boğuyor; bağrışmalar ve çığlıklarıyla.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap