- 7.10.2011 00:00
TBMM’nin açılışında Leyla Zana “Türkçe” yemin ederken birden isyan ettim içimden...
Ez vê sondê li ser navê gelê kurd û tirk dixwîm -Bu yemini Türk ve Kürt halklarının kardeşliği adına ediyorum...
1994’teki bu cümleye kim karşı çıkabilirdi ki?
Ama çıktı, hem de haddinden fazla çok... “Devletin ruhu” bir sürü “resmî kişiliğin” vücudunda can buldu ve Orhan Doğan, Hatip Dicle ve Selim Sadak’ı cezaevine yollayan sürecin düğmesine basıldı.
Toplumun çoğu olarak da, gözümüz boyandı, gözümüz bağlandı, kamuoyu kanaati oluşturuldu, taassup galip geldi.
Oysa bir olayın insanın yüreğine dokunması için illa siyasi angajman gerekmiyor.
Sadece insan olmak yeter.
Zana’nın yemini, zaman geçti devran döndü, 2011 yılında içime dokundu. O yemini Türkçe dinlemek, benim onurumu kırdı.
Neden o zaman bunlar neden yaşandı, şimdi bu yemin böyle edilmek zorunda diye düşündüm.
Bireyin duruşunun önem taşımadığı, insanın devlet için varolduğu, aslında her siyasi hareketin aynı sistemin oyuncusu olduğu bir düzenin, devletin ruhunun esareti altındayız hepimiz, istinasız, ayrımsız.
Hatta bu sistemin en dokunulmaz, en kutsal figürü Atatürk bile.
Evet, Atatürk; bu ülkenin eğitim sisteminin tedrisatından geçen herkesin, hayatının her ayrıntısını derinlemesine ezberlemesi gereken “ulu önder”.
Bu yazıyı yazarken, “Atatürkçü” bir çıkış yapmak, şu veya bu partiyi yaldızlamak gibi bir niyetim asla yok elbette...
Sadece şunu sorgulamak istiyorum; Atatürkçülük ve Kemalizm’in derin sis perdesinin arkasındaki siyasetçinin, gerçekten nasıl bir politik dünyası, tasavvuru, nasıl bir zihin yapısı olduğunu gerçekten ne kadar biliyoruz?
Atatürk’ün, 1920’lerde İslam dünyasında, “emperyalizme savaş açmış, Hıristiyan güçleri yenmiş, bağımsız bir Müslüman devletini kurmuş model lider” olarak anıldığının farkında mıyız mesela?
Tüm Hindistan Müslümanlar Cemiyeti’nin Atatürk öldüğü zaman, “İslam dünyasının gerçekten büyük bir şahsiyetinin kaybından duyduğu derin üzüntüyü” dile getirdiğini, “cesaretinin dünya genelindeki Müslümanlar için her zaman ilham kaynağı olmaya devam edeceğini” açıkladığını?
Şükrü Hanioğlu’nun Atatürk: An Intellectual Biography (Atatürk: Entelektüel bir Biyografi) kitabında belirttiği gibi, 1922 yılına gelindiğinde Atatürk’ün, pan-İslamist veya Afrika-Asya hattında yükselen bir anti-emperyalist dünya lideri olma potansiyeli vardı.
Bunlar, çok mu tanıdık geliyor; bugünle paraleller çizildiğinde?
Tarihçi Cemil Koçak’ın dikkat çektiği gibi Nutuk dahi zaman içinde sansüre uğramış bir metin.
Atatürk’ün bir siyasetçi olarak en büyük özelliklerinden biri, pragmatikliği idi.
Bu anlamda, elastikliği ve duruma adaptasyon konusundaki esnekliğiyle AKP, pragmatikliğin sözlük anlamı gibi bir siyasi hareket. Belki de, Atatürk’ün zihin dünyasının akislerinin yarattığı bir parti.
Ergun Özbudun’un, Ali Kazancıgil ile beraber editörlüğünü yaptığı Atatürk: Founder of a Modern State(Atatürk: Modern bir Devletin Kurucusu) kitabındaki, “The Nature of the Kemalist Political Regime” (Kemalist Siyasi Rejimin Doğası) makalesinde değindiği bazı noktalar, Türkiye’nin “iki farklı yüze” sahip politik iklimiyle de ilgili önemli ipuçları veriyor.
İspanyol sosyolog Juan Linz’in “ideoloji” ve “mantalite, zihin yapısı” arasında yaptığı ayrıma dikkat çeken Özbudun, Kemalist siyaseti bir “mantalite” olarak adlandırıyor.
Yani, Linz’in tanımına göre, “bir düşünme ve hissetme biçimi, rasyonelden çok duygusal, durumlara önceden kodlanmamış tepkiler veren” bir siyasi yaklaşım...
Özbudun, Atatürk’ün CHP ile ilgili sarfettiği, “Elbette bu partinin bir doktrini yok. Olsaydı, hareketi dondurmuş olurduk” sözlerine de dikkat çekiyor.
Atatürk’ün, “Gelecek nesillere bir dogma, zaman içinde dondurulmuş bir kurallar ve uygulamalar dizini bırakmadığını”, “değişimi ve insanın entelektüel kapasitesini inkâr eden” biçimde bir argümanın hiçbir zaman değişmemesine karşı olduğunu vurgulayan konuşmalar yaptığını biliyoruz.
Linz’in yaptığı “mantalite” tanımında, “duygusallığa” olan vurguya rağmen, Kemalizm’in odağında rasyonalite olsa da, duygulara hitap eden yön de unutulmamalı elbette...
Atatürk, sık sık halkın, “vatandaşların” ve dönemin siyasetçilerinin duygularına da hitap ediyordu; böylece bir düşünce dünyası yaratıyor, kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu.
Buna karşılık, ısrarlı olduğu konularda da, asla geri adım atmayıp çok sert tavır aldığı aşikâr.
Bir yanda, vatandaşın devlet için varolduğu bir sistem, demir yumrukla yaratılırken, öte yandan halkın “bir gün” kendi iradesini ele alacağı beklentisinin olduğu, esnek, pragmatik bir düzen.
Bütün bunlar, Türkiye’nin bugünkü halini oluşturan devlet düzeninin çeperlerine işlemiş genetik kodlamalar.
Kemalizm’e belki de en çok ihanet eden cuntacılar bile, darbelerini on yılda bir yenilemek zorunda kaldılar; onyıllarca iktidara tek başına tutunmaya cesaret edebilen çıkmadı. Ama, halkın iradesine gerçekten güvenen bir siyasi hareket de... AKP de dahil olmak üzere...
O yüzden sistem, bir yandan demir yumruğu bir yandan demokrasi umutlarıyla sürüp gidiyor.
Bireyin iradesinin esas alınması talebinin, sonunda, siyasete yansıyacağı günler de gelecek elbette...
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap