- 23.09.2011 00:00
“Çocukların senin çocukların değil,
Onlar kendi yolunu izleyen Hayat’ın oğulları ve kızları.
Senin sayende geldiler ama senden gelmediler
Ve seninle birlikte olsalar da senin değiller.
Onlara sevgini verebilirsin, düşüncelerini değil.
Çünkü onların da kendi düşünceleri vardır.
Bedenlerini tutabilirsin, ruhlarını değil.
Çünkü ruhlar yarındadır,
Sense yarını düşlerinizde bile göremezsin.
Sen onlar gibi olmaya çalışabilirsin ama sakın onları
Kendin gibi olmaya zorlama.
Çünkü hayat geriye dönmez, dünle de bir alışverişi yoktur.
Sen yaysın, çocukların ise senden çok ilerilere atılmış oklar.
Okçu, sonsuzluk yolundaki hedefi görür
Ve o yüce gücü ile yayı eğerek okun uzaklara uçmasını sağlar.
Okçunun önünde şükranla eğil
Çünkü okçu, uzaklara giden oku sevdiği kadar
Başını dimdik tutarak kalan yayı da sever...”
Böyle diyordu Lübnanlı şair ve filozof Halil Cibran...
Çocuklarla ilişkimiz işte aynen de böyle; peki ya, devlet baba veya annenin, “vatandaş” modeline döküp kalıplaştırmaya çalıştığı çocuklarla arası nasıl?
Bu hafta başı, çok da sıradan bir olaymış gibi okullar açılıverdi. “Türküm, doğruyum, çalışkanım...” diye başlayan haftaların saltanatı geri döndü.
Darbeler döneminin sonlandığı, askerî vesayetin sona erdiğinden bahsediyoruz da, okullar Harbiye Marşı ile açılıp, “rahat/ hazır ol” komutlarının yankılandığı kasık törenlerle kapandıkça, nerede sivilleşme gerçekten?
Milli Eğitim Bakanı iken Hüseyin Çelik’in, “Türküm, doğruyum” andıyla ilgili söylediği bir şey vardı; “Biz elin çocuğuna her sabah yalan söyletmek zorunda mıyız?” diye.
Çelik, bu sözleriyle “yabancı” çocuklardan, yani Türkiye’de ikâmet eden başka ülke vatandaşlarının çocuklarından bahsediyordu.
Ben de bir zamanlar, başkalarının ülkesinde “el” idim. Yabancılığın ne olduğunu iyi bilirim.
Bugün, Türkiye’de kendilerini “başka” hissedenlerin kimlikleri nedeniyle yaşadığı sorunlar varsa, bazı insanlar kendilerini dışlanmış, hissediyor ve bu nedenle çatışmalar yaşanıyorsa; bu “el” sözü, biraz da tokat gibi iniyor.
Oğlum Hazar ile okula başlamasından önce konuşuyoruz; bir kitabı okurken, “Eskimo” sözü geçiyor.
Neredeyse ben de kafaca çocuktum o doğduğunda, beraber büyüyoruz aslında...
Eskimolara denk gelince, gayrı ihtiyari; “Eskimo demek yanlış...” diyorum. Hazar da, soruyor; “Neden?”.
“Çünkü Eskimo sözcüğünün anlamı üzerine tartışmalar var. Bazıları, kendilerine böyle denmesini istemiyor çünkü Eskimo’nun bir anlamı da ‘çiğ et yiyen’ demek. Onlar kendilerine, ‘İnuit’ denmesini istiyor. İnsanlar, kendilerini nasıl adlandırmak istiyorlarsa, bunu yapabilmeli, bu özgürlüğe sahip olmalılar.”
Hazar, “Çocuk oyunu yani” diyor.
Yani, anlaması o kadar kolay bir olay.
Kendini istediğin gibi adlandırma, tanımlama, yaşama özgürlüğün olmalı.
Ne yazık ki, öyle olmuyor işte. Hazar da, hak ve özgürlükler açısından sorunlu bir Türkiye’de büyüyecek; oysa, Kürtçe, Lazca, Romanca, buralarda konuşulan dilleri de öğrenme şansına sahip de yetişebilirdi.
Belki de yüreğe su serpecek tek gerçek şu; yalnız değiliz. Dünyanın her yerinde haklar ve özgürlükler konusunda daralmanın yaşandığı zor bir dönemden geçiyoruz; bu da nasıl ferahlama yaratacak bir gerçekse diyebilirsiniz.
New York’ta Büyükşehir Belediye Başkanlığı ve New Visions for Public Schools (Devlet Okulları için Yeni Ufuklar) adlı sivil toplum örgütü, Arapça-İbranice eğitim yapacak bir ilk ve ortaöğretim okulunun kurulması için 2005’te harekete geçmişti. “Barış” ve “ortak yaşam” temalı bu okul projesi, 2007’de hayata geçirildi. Ancak, ilk etapta sadece Arapça eğitim verilmesi kararlaştırıldı. Zira, New York’ta sekiz çift dilli okul vardı ama Arapça öğreten yoktu.
Halil Cibran Enstitüsü işte böyle kuruldu. Okul müdürü de, projenin her aşamasında yer alan, akademisyenler, politikacılar, sivil toplum örgütü mensupları, Arap kökenli grupların cemaat liderleri, ruhani kanaat liderleri, ebeveynler, öğrenciler, 11 Eylül’de yakınlarını kaybedenler gibi kesimlerin görüşlerini alan Müslüman bir Amerikalı eğitmen Debbie Almontaser idi.
Projede yer alanlar, Arapçanın yanısıra İbranice, İspanyolca, Fransızca ve Çince konuşan çok dilli, çok kültürlü bir ekipti.
Ancak, kısa bir süre sonra Almontaser’in odağında olduğu bir karalama kampanyası başladı. Muhafazakâr düşünce kuruluşu Middle East Forum’un yöneticisi Daniel Pipes, İslamofobik görüşlerini yaydığı popüler bir blog’u olan “sanal şahsiyet” Pamela Geller’ın başını çektiği bir grup, Almontaser’i “Yahudi düşmanı” olmak ve Brooklyn’in göbeğinde “terörist yuvası kurmakla” la suçladı. Okula karşı da, “Stop Madrassa Coalition” (Medrese’yi Durdurun) diye bir hareket oluşturdular.
2007’nin sonunda Belediye Başkanı Michael Bloomberg, baskılara dayanamayıp Almontaser’i görevden aldı. Okul da, çift dilli falan olmayan, ilköğretim sınıfları bulunmayan düz bir lise haline getirildi.
Taassup, dar ufuklar, vizyonsuzluk, sadece Türkiye’nin meselesi değil. Asıl çatışma da küresel çapta, eski kafalarla, yeni ve insani düzenin; 19. yüzyıl siyaseti ile 21. yüzyıl dünyasının arasında.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap