- 22.09.2011 00:00
Ankara’da patlamanın gerçekleştiği yollarda yürürken dün, aklımda şu dizler vardı.
“Two roads diverged in a yellow wood, and I.. I took the one less travelled by... And that has made all the difference...”
“Sarı bir ormanda yol ikiye ayrıldı ve ben.. Ben daha az yürünmüşü seçtim... Bütün farkı yaratan da bu oldu işte...”
Neden hatırlamıyorum, üniversiteden mezun olurken okul yıllığımda Amerikalı şair Robert Frost’un bu şiirinin yer almasını istemiştim.
Türkiye’nin de yolu, sarı yaz günlerinde ikiye ayrıldı ve maalesef, kendisinin kaderini şekillendirenler, zaten yürüne yürüne ezberlenmiş yolu seçti. 19. yüzyıl devlet zihniyetinin yolundan giderek, milliyetçilik, “büyük oyunlar”, gücün egemenliğinin dünyasını seçti.
Oysa Türkiye, hiç bilinmeyeni, denenmemişi yapmaya çalışabilir ve 21. yüzyılın yeni politika dünyasının oluşmasına, dünya çapında öncülük edebilirdi.
“Değişim” denen sihrin değneği, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması, Sovyetler Birliği’nin çöküşü döneminde Avrupa’ya dokunarak, zaaflarından, kronikleşen sorunlarından arınma şans tanırken şimdi de, Ortadoğu’ya dönüyor.
Türkiye, birden hep mağduru olduğunu hissettiği Doğu/Batı arasındaki ikileminden, çift kimlikliliğinden, bu kimlikten ötürü sıkışmışlığından silkinerek, yıldızının tam da bu özellikleri nedeniyle parladığına tanık oldu.
Bölgesinin biriciği olmasının nedeni ise, çevresindeki ülkeler için “ulaşılabilir bir özgürlük, modernleşme ve refah” düzeyine sahip olması.
Balkanlar için de, Ortadoğu için de, Batı Avrupa’nın zenginliği ve kendi insanlarına sunduğu yüksek yaşam standartları, bir nevi “Samanyolu” gibi hep, imrenilebilir ancak elde edilemez düzeyde, binlerce ışık yılı uzakta geldi.
Ama Türkiye’nin, hiçbir siyasi gücün kudretiyle değil, kendi insanlarından, tabanından gelen dönüşüm gücünün ivmesi, dinamizmiyle yükselmesi onu “model ülke” yaptı; hiçbir siyasetçinin karizması veya stratejik derinliği değil...
Ama yol bir ayrıma geldiğinde, siyaset gene aynı çıkmaz yola saptı; çok değişip de aynı kalmak, insanlara sadece insan oldukları için hak tanımak gibi en temel vicdani prensipleri bir türlü içselleştirememek...
Bugün, belli ki bir yerlerde, kapalı kapılar arkasında Ortadoğu’nun haritası yeniden çiziliyor. Belki, Özal’ın “çılgın projesi”, yani Kuzey Irak ile federasyon, Türkiye sınırlarının genişlemesi bile gündeme geliyor.
WikiLeaks’ten sonra diplomasinin “bir daha asla aynı biçimde işlemeyeceği” yorumları yapılmıştı.
Hiç de öyle olmadı; belki herşey daha gizli perdeden yürütülüyor ve halkların diplomasiye güveni düşüş kaydetti ancak, uluslararası ilişkilerin işleyişi hiç de değişmedi.
Türkiye, 19. yüzyılın idealleri değil çıkarları ön plana çıkaran, insan hakları ve insani değerleri değil devletin bekasını korumayı amaçlayan, güce âşık politika dünyasının bir parçası olmayı seçmişe benziyor; “insan”, “adalet”, “özgürlük”, “vicdan”, “onur” gibi kavramlar üzerinden yeni bir düzen kurmayı tercih etmişi değil.
Eğer ki, Kürt meselesinden, PKK’nın tavrı ne olursa olsun, barışçı çözüm bulunmasında ısrar edilse, Türkiye bu en kritik sorununa hak ve özgürlükler üzerinden çare bulmaya çalışsa, başka bir şey yapmasına gerek kalmadan zaten hem kendisi bambaşka bir ülke haline gelir, hem de çevresi için hercai bir ilham kaynağı olmaktan da öte, dönüştürücü rol oynardı.
Frost’un şiirinde, yol ayrımlarının zorluğunu, yoruculuğunu dile getiren “insani” bir yan da var.
Yollar çatallanınca seçim kaçınılmaz ve aslında, ancak o seçimin ne anlama geldiğini gelecekte, yaşadıktan sonra anlamak mümkün.
Geçtiğimiz günlerde, Yunanistan’ın Kathimerini gazetesinin editörlerinden Nikos Konstandaras’ın kaleme aldığı, “The Road We Left Behind” (Geride Bıraktığımız Yol) başlıklı yazıda, Yunanistan’ın refahtan iflasa giden yolunda yanlış seçimlerle geldiği yeri şöyle anlatıyordu;
“Bugün, dikenlerin üzerinde çıplak ayakla, yüz yüze kaldığımız zorluklarla baş edemeyecek zafiyette kalakaldık. Eskiden durduğumuz yere dönemiyoruz, nereye gittiğimizi de bilemeden savruluyoruz.”
Farklı sebep ve şekillerle, Türkiye’nin gelecek nesilleri de aynen bu karamsar düşüncelere saplanabilir.
Ekonomik büyüme, bilfiil savaş içinde olmaya rağmen birarada yaşama iradesinin korunması; bunlar sonsuza kadar sahip olunacak şanslar değil.
Türkiye, güç oyunlarının dünyasında “devleşmeyi” seçerken, “büyük güç” olmak için gerek bazı şeylerin kendisinde fena halde eksik olduğunu da hatırına getirmeli.
Mesela, ilkeli bir medyaya sahip olmak gibi...
Önceki gün, Ankara’daki patlamanın haberi daha duyulur duyulmaz, o sıralarda televizyonda yayında olan tüm haber sunucuları bir terör saldırısı olduğu konusunda hemen kesin kanaat sahibiydi. Dahası hem konukları, hem de kendileri hemen “terör uzmanı” kesilmişti.
“Patlamayla ilgili olay yerinde bulunan birinin gözaltına alınmış olabileceği” malumatı gelir gelmez, “Zaten bu tip saldırılarda bir kişi olay yerinde bulunup bomba patladı mı diye gözcülük eder” gibi bir yorum bile yapıldı.
Mütevazılık, vicdan, adalet, bireyin özgürlüğü; bu kavramları biraz anlayabilmek aslında devleştirirdi Türkiye’yi; o da başka bahara... Belki...
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap