- 22.05.2014 00:00
Türkiye’de siyasetin bir şekilde uzun süre içinde olmuş insanlarla karşılaşınca, kutuplaşma ile ilgili görüşlerini soruyorum. Neticede, Türkiye için kutuplaşma gerçeği çok yeni değil; siyasi tarihin her döneminde gerginlik, çatışma, huzursuzluk yaşanmış...
Hep de aynı yanıtı alıyorum; “Hiç bu kadar kötü olmamıştı”.
Israrla sorularımı yineliyorum; “Darbelerden, son derece sert politik şiddet yaşamış bir ülkeden bahsediyoruz; gerçekten sizce, hiç bu kadar kötü olmadı mı?”
Olmadığını söylüyorlar.
Geçen günlerde, 1950’lerin yoğun kutuplaşma hâlindeki siyasetiyle, bugünkü politikanın çok farklı olduğunu düşündüren şu satırlara denk geldim;
“...Memleketi alakadar eden öyle meseleler olur ki, yine memleketin âli menfaati namına, kendi kabine arkadaşlarıma bile anlatmam. Bu gibi incelikleri bu memlekette anlayabilecek tek adam İsmet Paşa’dır. Vaktiyle Atatürk ile kendisinden başka kimsenin bilmediği birçok hadiseler cereyan etmiştir. Ben de, kendi parti grubuma anlatamadığım şeyleri İsmet Paşa ile görüşebilirim...”
Adnan Menderesbu sözlerin sahibi.
Metin Heper’in son derece titiz ve objektif bir çalışması İsmet İnönü kitabı; o kitaptan bir alıntı bu.
Menderes’in sözlerine bakıp da, geçmiş dönemlere nostalji duymak sözkonusu değil elbette. O zamanlar da, ciddi kutuplaşmalar yaşandı; o günlerin kutuplaşmasının sonuçları da, hiç olmaması gerektiği kadar ağır oldu.
Ancak, Menderes’in üslubunda bugünkü siyasette asla rastlanmayan bir “hâl” de var; kutuplaşmanın bazı değerler, ilkelerin önüne geçmesine izin vermeyen bir kararlılık yani...
Menderes’in İnönü’ye hiç kızmadığını, ilişkilerinin hep çok iyi olduğunu da söyleyemeyiz. Gene Heper’in aktardığı üzere, Sir Winston Churchill, Menderes’e “İnönü’nün nasıl olduğunu” sormuş. Menderes ise, çok da övücü sözlerle cevap vermemiş. Öyle ki, Menderes’e karşılık da Churchill, “Ama bazı meziyetleri de var” demek ihtiyacını kendinde hissetmiş.
1950’lerin kutuplaşma ortamında, liderlerin kimi zaman sokakta halk arasında fiziksel saldırıya uğradıkları düşünülürse, o günlerin hiç de “özlenecek” zamanlar olmadığı daha da iyi anlaşılır.
Ne var ki, liderlerin birbirlerine karşı giriştikleri siyasi rekabette, karşılıklı saygı var; ve birbirlerini bir şekilde, aynı bütünün rakip parçaları olarak algılıyorlar.
Mesela, Menderes, İnönü’ye karşı eleştirilerine karşın şunu söyleyebiliyordu; “Benim karşımda, çok büyük bir kahraman, adeta efsanevi bir rakip var: İsmet Paşa! O, bu memlekete borçlu değil. Memleket ona borçlu... Çünkü o, İnönü Savaşları kahramanı, Cumhuriyet’in kurucu kadrosundan... Lozan kahramanı. Atatürk’ün en yakın arkadaşı. Ya ben? Adını birçok seçmenin yeni duyduğu bir çiftçiyim. Onun millete borcu yok, alacağı var. Bu nedenle, kimseden oy istemesine gerek yok. Ama ben istemeye borçluyum. Böyle olunca da, halka borçlanıyorum ve bu borcu icraatımla ödemek, benden istediklerini yapmak zorundayım.”
Süleyman Demirelde, Menderes’ten yaklaşık 20 yıl sonra, benzer şeyler söylüyordu: “Ben, İsmet Paşa değilim. İsmet Paşa kimdir? İnönü kahramanı! Lozan Kahramanı! Atatürk’ün en yakınındaki kişi. Bu seçimde, benim rakibim olması benim için bir dezavantajdır elbette!”
Heper’in İnönü kitabında, Türkiye’nin siyasi tarihine ışık tutan çok ipucu var. Bir ana aktörden, yani İnönü’den hareketle, Cumhuriyet’in ilk yıllarından 1970’lere olan zamanlar üzerine düşünecek, kafa yoracak birçok detay yakalıyorsunuz.
Siyasi aktörlerin ötesinde, karakterleri ve politik çizgileri dışında da, “kutuplaşmanın bugün neden hiç olmadığı kadar büyük bir sorun” olduğunu anlamaya başlıyorsunuz.
Kutuplaşma, artık Meclis’te bir siyasetin diğerini “insandan saymadığı” boyuta gelirse, o zaman sokaktaki, madendeki “insana verilen değer”den de bahsetmek iyice imkânsızlaşıyor.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap