- 16.11.2013 00:00
1990’lardan bu yana Avrupa politikasını “zehirleyen” popülizm akımı, Türkiye’yi de etkisi altına aldı.
Avrupa’da, Avusturya’da, “aşırı sağ” olarak nitelenen, Özgürlükler Partisi’nin seçimlerdeki çıkışıyla başlayan “popülist kayış”, 2000’lere gelindiğinde, İtalya’da Silvio Berlusconiliderliğindeki Forza Italia, Macaristan’da Viktor Orban’ın Fidesz gibi, “merkez sağ” etiketi taşıyan, kitle partilerinin iktidarıyla devam etti.
“Avrupa’da son yıllarda, ulus-devletler bazında popülizm kadar siyasi etkisi olan bir akım yok” diyecek kadar iddialı olabilir miyiz? Neticede, hemen her Avrupa Birliği ülkesinde, siyaset gündemini etkileyen veya belirleyen bir popülist parti var. AB’nin kurumsal olarak önemli bir faydası, bu popülist kayışta bir nevi “regülatör” görevi görmesi. Popülizmin alıp başını gitmemesi için, demokratik sınırlar çizmesi.
“Halka” odaklanmakla, popülizm arasında büyük farklar var; her politik hareket, şu veya bu şekilde “halka hitap etmeye” çalışıyor.
Ancak popülizm, “halk” imgesini kullanarak, “karizmatik liderin” gücünü pekiştirdiği bir siyaset türü.
Gerçi, popülizme “politik” olarak bakmak ne kadar doğru, bilemiyorum. Çünkü popülizm, demokrasi karşıtı olmasa da, siyaseti felç ettiğinden, “politika karşıtı”.
Popülizm, “kötü elitlere”, “bürokrasi sultasına” karşı “halkı” savunma misyonunu üstlenmiş bir akım. Popülist hareket, seçkinci ve bürokratik, halkı temsil kapasitesinden yoksun bir sistemin yerine,“gerçek demokrasiyi” getirmeyi vaat ediyor.
Duncan McDonnell ve Daniele Albertazzi ise, popülizmi şöyle tanımlıyor; “Yekpare ve erdemli insanları; yani asıl hâkim olması gereken halkı, hak, özgürlük, refah, kimlik, ses ve değerlerinden mahrum bırakmak üzere biraraya gelmiş seçkinler ve tehlikeli ‘ötekilere’ karşı teyakkuza, dayanışmaya teşvik eden siyasi akım”.
Siyaset bilimci Margaret Canovan, Avrupa’daki popülizm dalgasından epey önce, 1981’de yazdığı “Populism” adlı kitapta, bu akımın, liberal anayasal düzen ile demokratik çoğunlukçuluğun dengesinin bozulduğu ortamda yeşerdiğini öne sürüyordu.
Bir yanda, demokrasinin, “hukuk devleti” ve “kanunun, vatandaşların haklarını garanti altına alması” ilkeleri var.
Öte yanda ise, pratikte çoğu kez, çoğunluğun iradesinin “kanun” olduğu gerçeği.
Demokrasinin kendisinin içinde, bu “zıtları” dengeleme gereği her zaman var.
Zıt gerekliliklerin dengesizliğinin üzerine, kimlik eksenli bunalımlar, toplumsal dışlanma, ekonomik ve toplumsal “incinebilirlik” hâlleri ve kaygıları, hukuki koruma çerçevesinin ne olacağı, nasıl uygulanacağı konusunda “çözümsüzlükler” binince, popülizm, demokrasinin tam da içinde boy veriyor.
Popülistler, kendilerinin bu isimle tanımlanmasından hiç hoşlanmıyor onlara göre, “gerçek demokratlar” olarak, “halkın adaletinin” sağlanmasına önayak oluyorlar.
Popülistler, demokrasinin, sandık ve referandum gibi çoğunlukçu yanlarından hoşlanıyor. Ancak, iş politika oluşturma süreci olunca, “karar, halkın iradesini temsil eden karizmatik liderin” gibi, basite indirgemeci bir yaklaşım içindeler.
Modern toplumlarda, siyasete ayıracak vakti olmayan; sorunlarına, hızlı elde edilebilen ve gözle görülebilir çabuk çözümler isteyen seçmenler için de, akılda kalan söylemler, basit formülasyonlarla “politika konuşan” güçlü lider tipi, çok da uzak gelmeyebiliyor.
Kutuplaşmalar, siyasi gerginlikler, politik tartışma zeminlerini yok ederek, popülist liderlerin, “basit, hızlı, etkin” sabırsız çözümlemelerinin siyaseti esir almasına neden oluyor.
Popülizmden kurtulmanın yolu, örgütlü, gerçekten tabandan gelen, toplumun “çoğul” kimliğini temsil eden hareketlerin, siyasette dengeleri, kararları “karizmatik lider” veya “birkaç adamın” değil, gerçekten halkın alabileceği şekilde tersine çevirmesi.
Siyasette kararların, geniş kapsamlı politik tartışmalarla; kararların her kesimin işin içine katılmasıyla alınması...
Bunun yolu da, güçlü bağımsız sivil toplum, sorgulayan medya, hakkını arayan bireyden geçiyor.
Seçim, insanların.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap