- 19.10.2013 00:00
Türkiye’de, bir yandan, “aydın”, Batılılaşma sürecinde, halktan uzak, halktan kopuk “anlaşılmaz” bir varlık olarak tanımlanagelmiş, bu nedenle de, ülkenin gazetecilik ve siyaset tarihinde hep aşağılanmış...
Bir yandan da, “halk” dediğimiz insanlar bütününün kendisinin “eğitim” tutkusu nedeniyle, “bilgi sahibi olmak”, “âlimlik” arzulanan, saygı gören bir hâl, erişilecek bir mertebe olarak konumlanagelmiş...
Bu ilginç tezat da, tuhaf hâller yaratıyor. En acıklılarından biri de, şöylesi bir trajikomik ikiz hâl; gazetelerin yazıişlerindeki popülizm/elitizm kompleksleri...
Bir yandan, “halka yakın” olarak varsayıldığı için en düşük düşünce çizgisinin, en popülist olanın baş tacı edilmesi... Ne kadar boş ve hafif, o kadar makbul düşüncesi... Öte yandan da, bilgiyi okuyanı ezmek için bir kızılcık sopası olarak kullanan veya her fırsatta, gerekli gereksiz alıntılarla, karpuz sergisi şeklinde bilgi sergilemeye çalışan “halkçı aydın yazarların” da, aynı biçimde baş tacı olması.
Şahsen tanık olduğum, gazeteciliğe başladığımdan beri, medyada hep bir “halka yakın olma”, “popülarite” kompleksinin varlığı... Yüzler değişiyor, Türkiye’de medyanın “insandan” kopukluğu değişmiyor. İnsani olana yabancılıkla, yavan gazeteler yapılıp duruyor.
“Halkın” sabrına da hayran olmamak mümkün değil; tirajlar düşse de, ısrarla hâlâ gazete okuyabilen birçok insan var.
Türkiye’nin medyasında dil bilen gazete yöneticileri arasında, Anglo-Sakson medyasındaki insan odaklı haber yazımına, insan hikâyelerine olan ilgi büyüktür. Hep öyle, “insan kokan” haberler yapılmak istenir; sonra, muhabire değil, köşe yazarına yapılan yatırımla da, habersiz gazetecilik çarkı döner gider.
Yeni nesil köşe yazarları, bir an önce “hayırlı bir patron” bulup, İstanbul’dan Ankara manzaralı sağlam köşelere kurulmak, masrafları devlet bütçesinden dünya seyahatlerine çıkmak “uluslararası gözlemlerini halkla paylaşmak”, kariyer zirvelerine de “milletvekili” olarak ulaşmak ister. Eski nesilleri de, “patronlarının siyasi oyunlarına göz yummak”, “halka sırtını dönmekle” suçlarlar. Sonra, yeni nesil eskir, yerlerine yeni yeni nesil gelir. “Halkçı yazarların” seçkince yaşama, sonra da dönüp köşelerinden “halka” yaşamı öğretme hevesi hiç değişmez. Bir medenileştirme misyonudur ki, meşalesi nesilden nesle geçer...
Türk köşe yazarı, bir tür Rönesans insanıdır; istihbaratçılık, siyasetçilik, gazetecilik hepsi birbirinin içine geçer, ortaya karışık, her parmakta bir marifet bir mesleki kokteylin ustası olanlar, medyatik yıldızlar olarak, sürekli konuşur konuşur konuşur.
“Türkiye’nin aşırı sağı, medyası” diye yazmıştım.
Avrupa’da aşırı sağdan bahsettiğimizde, kimin ne olduğunu biliyor ve ona göre, tutum alabiliyoruz.
Gene yazdığım gibi, aşırı sağ, “Neo-Naziler”, alenen ırkçılık yapanlar değil. Demokratiklik kisvesi altında, en beter hak ihlallerini savunan politik söylem.
Türkiye’deyse, aşırı sağ popülizm, “muteber”, “popüler” köşe yazarları üzerinden geçer akçe oluyor; siyasetin kara para aklama mekanizması gibi, politikanın çarpıklıklarını aklayan bir çark olarak dönüp duruyor.
“Her görüşe yer veren çoğulcu çizgi” sergileme kaygısı da, nedense, hep bu tarz popülizme kapıların ardına kadar açık olması sonucu doğuruyor; gerçekten farklı olan, çoğulculuğa katkısı olan görüşlere, medyada çok ender rastlanabiliyor.
Bu yaygın eğilimin üzerine bir de, “Ankara’dan açılan telefonlarla”, yazıişlerinin uyarılması, manşetlerin yönlendirilmesi âdeti eklenince, Türkiye ve dünyadan habersiz ama çokbilmiş medya hâlleri katmerleniyor. Siyaset çalıyor medya dinliyor, medya çalıyor siyaset dinliyor.
Eskiden “oyun” küçüktü; şimdi, Türkiye, bir avuç kısıtlı birikim sahibi medya ve siyaset elitinin direksiyonunda, son sürat “büyük oyunlar” oynuyor “halk için” ve “halk adına”.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap