- 19.09.2013 00:00
Bu yaza, Arno Nehri kıyısında Floransa’da başladım; yazı Graz’ta Mur Nehri kıyısında sona erdirdim.
Bir nehirle öteki arasında geçen zamanda Türkiye’ye bakınca gözüken, hızla artan bir vicdan erozyonu...
Kızılırmak’a yaklaşır, eve dönerken, Hrant Dink cinayetinin mahkemesi yeniden başlarken, avukat/insan hakları savunucusu Fethiye Çetin’in yeni kitabı Utanç Duyuyorum: Hrant Dink Cinayeti’nin Yargısı ile beraber gündeme gelen ayrıntılar, aklıma Alman halk söylencesi Faust’u getirdi.
Çetin, AGOS’ta yer alan röportajında; “2007’de Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve dönemin Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt’ın Dolmabahçe görüşmesinden sonra başladı Ergenekon soruşturması ve Hrant Dink soruşturması orada bitirildi. O görüşmeden sonra bir adım attıramadık” diyordu.
Faust, sahip olduklarıyla yetinemeyen, “her şeye” sahip olma hırsıyla Şeytan’ın elçisi Mefisto ile ruhunu satmak karşılığında pazarlığa oturan bir efsane kahramanı, malum.
Alman söylencelerinde rastladığımız Faust’un benzeri birçok trajik figür var halk hikâyelerinde; Faust’un kendisinin kökeni de Adana’ya, 500’lü yıllarda yaşayan Theofilus adlı bir rahibin öyküsüne dayanıyor.
ŞEYTANLA ANLAŞMANIN SONU
Medya ve siyasetteki egemen tona bakıldığında, “dış dünyanın şeytanlığı”, kötülüğü ve eksikliği öyle çok vurgulanıyor ki, dünyanın bu “zavallılığı” karşısında Türkiye’nin bir cennet gibi gözükmesi çok muhtemel.
Oysa dünya, o kadar da “kötü” değil!
Avusturya’nın ikinci büyük kenti Graz’ın nüfusu yaklaşık 300 bin.
Ancak, “kâğıt üzerinde”, İstanbul’dan çok daha büyük bir dil çeşitliliğine sahip.
Gerçekten, iddia edildiği gibi 150 dilin konuşulduğu bir kent mi Graz?
Bu iddia, akademik çevrede sahiplenilen hoş bir söylence olarak kalsa da, Graz Üniversitesi bünyesindeki Çokdillilik Bölümü’nün, dünya genelinden dil hakları örneklerine yönelik akademik çalışmaları biraraya getirdiği toplantının bir eşi benzeri, Türkiye’de yok.
Bu bölümün, Uluslararası Dil Hakları Konferansı’nın 14’üncüsünün katılımcıları da, büyük kitlelerce değil, sayıları yüzlerle, en fazla binlerle ifade edilebilen insan topluluklarının “dil” konularını ele alan dilbilimciler, antropologlardı.
Mesela, Dicle Nehri’ndeki balıkçıların, ekolojik dengenin bozulması ve siyasi meseleler yüzünden yaşadıkları dil sorunlarını da Graz’ta öğrenmek kısmetmiş. Balık türleri, hem çevre sorunları hem de merkez politikanın bölgede hiçbir soruna kalıcı, müzakere edilmiş rasyonel çözüm bulamamasından dolayı azalıyor; balık türleri azaldıkça, balıkçıların da yaşam kaynakları kısıtlanıyor.
Graz Üniversitesi’nden Agnes Grond ve Styria Öğretmen Eğitimi Üniversitesi’nden Mehmet Bozyıl’ın saha araştırmalarına göre, göçler ve siyasi baskı da, dil çeşitliliğini de azaltıyor. Dicle çevresinde, 1930’lardan 1950’lere süren dönemde dil çeşitliliği, 1960 sonrasıyla karşılaştırılamaz derecede zengin. Bugünse, tek dilliliğe gidiliyor.
Mur ve Dicle’nin hikâyeleri böyle farklı işte...
Türkiye’de, Avrupa Birliği’ni, siyasetini, kurumlarını kıyasıya eleştirirken, ulusal politikalara karşı, “yerel”, “insani” olanı savunmak ve korumakta, bu “üst çerçevenin” ne gibi bir yarar getirdiğini anlamakta inat ediyoruz.
Veya belki de, özellikle anlamak istemiyoruz ki “Ankara eksenli dünyacığımızda”; Türkiye’de var olan eksik hâli “nimet” sanalım, sandırılalım.
Değil, yaşam hakkı; anadil hakkı gibi, devletin pozitif yükümlüğünü, yani yatırımını, desteğini zorlayabilecek hukuken o kadar çok ve sağlam dayanak var ki kullanmak isteyene, tüm olumsuzluklara rağmen ortak bir zemin bulunabiliyor.
Avrupa Azınlık ve Bölgesel Diller Şartı, belki çok geniş çaplı destek gören bir sözleşme değil. Ancak, bu anlaşmanın varlığı, oluşturduğu manevi baskı bile, ciddi bir ağırlık.
Manevi ağırlık da, vicdan yokluğunda daha çok hissedilen bir şey.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap