- 10.08.2013 00:00
“Göçmen çiçeği dünyanın
Kökleri ardı sıra sürükleyen çılgınlık!
Madem ki yaşam bu
Madem ki taşın taş olmaktan öte
bir umarı yok
Bir türkü söyle kadınım
Yürüsün dünyaya mutluluk...”
Ahmet Erhan’dan “şair ruhunu”, hayatı “akıllıların dünyasında” hafif deli tarafından yaşayanların hâlini en güzel tarif eden şiir bu olsa gerek.
Birçoğumuzu hayat savuruyor; doğduğumuz yerde yaşamıyoruz, mütemadiyen bir göç hâlindeyiz.
Göçmen çiçekler, sürekli bir evden diğerine, bir semtten ötekine, belki başka şehirlere, ülkelere ve en sonunda da başka dünyalara göçüp duruyor.
Bir zamanlar ben de göçmendim; Budapeşte’de...
Peşte’de, şehrin en merkezî yerlerinden birinde Şehir Parkı var...
Bu park, yani Városliget, 18. yüzyılda, Habsburg Kraliçesi Maria-Theresia’nın çıkardığı bir kanunla koruma altına alınmıştı. “Orman Kanunu” adı bu yasanın ve dünyanın ilk “yeşili koruma” kanunlarından bir tanesi.
Maria-Theresia’nın 1754’te çıkarttığı Orman Kanunu, ormanların, yeşil alanların büyük kısmının “özel mülkiyet” olmaktan çıkarılıp devletin himayesinde korunmasını öngörüyordu.
Bu tedbirin arka planında da, o dönem Avrupa’da fazla kesimden ötürü, odun bulmakta giderek zorlanılması yatıyordu.
Türkiye’de demek ki, hiç “odun” sıkıntısı olmamış ki, her nasılsa varlığını bugüne kadar sürdürmüş ormanları yok edebilmek için, hâlâ başka tür “orman kanunları” çıkarılıyor Meclis sakinlerince.
Városliget, bugün yaklaşık bir kilometrekarelik bir alanı kaplıyor.
Bu park, Budapeşte’nin en betonlaşmış yerlerindeki ufak parklar, kenti çevreleyen “Norma Ormanı” gibi devasa ağaçlık alanlar, Margit, Csepel, Háros ve bugünlerde sürmekte olan Avrupa’nın en büyük ve çılgın müzik festivallerinden “Sziget”in (Ada) gerçekleştiği Hajógyári gibi “ada parklar”la beraber sayısız yeşil alandan biri.
Bu parkta, 19. yüzyıl sonunda, uzay çağı geliyormuş heyecanı yaratan “Milenyum Kutlamaları” çerçevesinde inşa edilmiş bir “Ortaçağ Şatosu” var. Bugünkü Romanya’nın Hunedoara şehrindeki bir şatonun aynısı, “Milenyum”un eşiğinde, Macaristan’ın mühendislik yeteneklerini göstermek için inşa edilmiş. Ne var ki, bu gövde gösterisi, maddi yetersizlikler ve zamanın kısıtlılığı nedeniyle, ancak “tahtadan” olabilmiş.
20. yüzyıl başındaysa, Macarca adıyla “Vajdahunyadi vár”, yani Vajdahunyadi Şatosu’nun gerçeği, olması gerektiği gibi taştan yapılmış.
Vajdahunyadi Şatosu, aslından çok daha ufak; ama gene de geniş bir avlusu var; içerisinde asırlık çınarların yükseldiği...
Geçenlerde bu avluda, “100’lük Çingene Orkestrası”, en sevdiğim müzik türlerinden etkilerle dolu bir konser verdi. Çigan, Klezmer ve Macar Halk danslarının müzikleri...
Klezmer, Orta ve Doğu Avrupa Yahudileri’nin müziği; Anadolu ve Balkanlar’da dâhil, tüm Avrupa coğrafyasının her yerinden bir parça, bir esinti taşıyan bir müzik türü.
Szaztagú Ciganyzenekar, yani “Yüz Kafalı Çingene Orkestrası”, her müziği Çingene yorumuyla çalıyor.
Çigan, Macarca “Çingene” demek. Çigan ise, başta keman olmak üzere, Çingenelerin çaldığı müzik-besteler, klasik müzik eserleri olabilir, halk şarkıları da...
1985’te, “gelmiş geçmiş” en büyük Çingene kemancı olarak bilinen Sándor Járóka’nın cenaze töreninde yağmurlu, soğuk, sevimsiz bir havada toplanagelen müzisyenler, mezar başında çalmaya başlıyor. Bir daha da ayrılmıyorlar.
Konser sırasında, çınardan sarı bir yaprak süzülerek aşağı düşüyor; sonbaharın ilk işareti... Göçmen çiçekler ve çınarlar arasında, Ahmet Erhan’dan dizelerle bir konuşma kimse duymadan geldi geçti mi?
“Sana yüreğimde bir sürgün yeri
Göçüp konacak
Bir toprak yaratsam
Kadınım, sarışınlığının bittiği anı
Gizli bir esmerliğe eklesem...
Göçmen çiçek
Her yerin yabancısı
Yolların, yolların ötesinde
Bize bir tek
Yarınlar kaldı
Göğün tükenip, denizin
Başladı yerde...”
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap