- 11.05.2013 00:00
O, önceki gün 63 yaşına girdi.
Bir Nobel Ödülü var.
9 Mayıs 1950’de, Avrupa kıtasındaki savaşlara son vermek ve kendi içinde nihai barışı sağlamak için kuruldu.
Doğum günü mayısta ama asıl temmuzda daha da “büyüyecek”; yeni üyesi Hırvatistan’ın katılımıyla, 28 ülkeden oluşan bir yapıya dönüşecek.
Evet, bahsettiğim “doğum günü çocuğu” Avrupa Birliği.
Cengiz Aktar, önceki günkü yazısında; “Bugünün Avrupalı gençleri, barışın değerini bilmedikleri gibi savaşın anlamını da bilmiyor. Refah ortamı hâkimken gözükmeyen bu sorun bugün ayyuka çıkmış durumda... Bu aidiyet krizine bir de malî krizin yarattığı meşruiyet krizi eklemlendi” diyordu.
Bu sözlere hak vermemek imkânsız. Avrupa’nın kendisinin de hakkıyla kutladığı bir gün değil 9 Mayıs.
Avrupa Birliği’nin kendi internet sitesinde, “9 Mayıs’ın ‘Avrupa Günü’ olarak kutlanmasına, Milano’da 1985’te gerçekleştirilen Zirve’den sonra karar verildi. Avrupa Günü, AB’nin kurumlarını halka yakınlaştırmak ve Birlik’in insanlarını birbirlerine yaklaştırmak için düzenlenen aktiviteler ve kutlamalar için bir fırsattır... AB ve dünya genelindeki Avrupa Birliği kurumları ve büroları, her yaştan insan için çeşitli faaliyetler düzenler”deniyor.
Evet, Türkiye’de de, her valiliğin oluşturmak zorunda olduğu için var olan “AB Masaları”, bugün dolayısıyla, ama kerhen ama heyecanla, Türkiye genelinde faaliyetler düzenledi gerçekten de. Ama gerek Türkiye, gerekse de AB çapında, bahsedilen karışma/ kaynaşma amaçlı etkinliklerin ne olduğunu, nerede nasıl düzenlendiklerini bilebilmek dahi zor sıradan vatandaşlar için...
Tarihçiler ve siyaset bilimcileri, Avrupa’nın neden birleşme yoluna gittiği ile ilgili birçok tez üretti. Bu “sebeplerin” arasında aslında en önemlisi, “barış arzusu” idi ama bu vurgu artık çok ender yapılıyor; onun yerine ekonomik çıkarlar tahta oturuyor.
Tarihçi Tony Judt’un deyişi ile Avrupa’nın “birlik” oluşunun tarihi sadece iki sözcük ile özetlenebilirdi; “Savaş Sonrası”.
Bugün, Türkiye’nin geleceğinin de, bu iki sözcükle şekillenmesini bütün kalbimle istiyor ve sonuçta,“kaderin” bu olduğuna yürekten inanıyorum.
Ne var ki, ne zaman “ilerleme” olarak adlandırdığımız bir yasal veya idari düzenleme ile karşılaşsak,“Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne katılım sürecinde yasal ve idari reformların gerçekleştirilmesinde...” diye başlayan gerekçeyi okuyoruz.
Diğer bir deyişle, 3. ve 4. yargı reformu paketlerinden, yeni kanunlaşan “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”na dek hep, “reformların” hepsi, ya Avrupa Birliği’nin yıllık İlerleme Raporlarında ön görülen ve uyarısı yapıldığı için veya tamamen AB uyum süreci gerektirdiğinden gerçekleştiriliyor.
4 nisanda kabul edilen “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”nu ele alalım; Uluslararası Af Örgütü’nün (Amnesty International) ifadesiyle, bu yasayla, “Türkiye’de ilk kez mülteci, sığınmacı, göçmen, vatansız gibi uluslararası korumaya ihtiyaç duyan kişileri yakından ilgilendiren bir yasal düzenleme yapıldı”.
YUKK adıyla anılan bu kanun ile, İçişleri Bakanlığı’na bağlı Göç İdaresi Genel Müdürlüğükuruluyor. Bu yasa öncesinde, mülteciler veya kanuni jargona göre, “uluslararası koruma kapsamındaki ve bu korumaya başvuran yabancılara” ilişkin tüm işlemler, 1994 yılında yayınlanmış bir yönetmelik ve bakanlıklarca yayınlanan genelgeler çerçevesinde Emniyet Genel Müdürlüğü tarafından yürütülüyordu.
Oysa, Türkiye, 1988’de Halepçe katliamından sonra 80 bin kişinin, 1980’lerde Bulgaristan Türklerinin, 1990’larda Bosna ve Kosova’daki savaşlardan kaçanların, 1991’de Kuzey Irak sınırına, birkaç gün zarfında 500 bin kişinin dayandığı bir ülke oldu.
Şimdi, YUKK’un “gerekçesi” olarak, “Avrupa Birliği müzakere sürecinde göç konusu ‘24 üncü Fasıl’ kapsamında önemli bir yer tutmaktadır. ‘2003 tarihli Avrupa Birliği Müktesebatının Üstlenilmesine İlişkin Türkiye Ulusal Programı’ doğrultusunda hazırlanan İltica ve Göç Ulusal Eylem Planı, Avrupa Birliğine (AB) katılım müzakereleri süresince, Türkiye’nin göç mevzuatı ve sisteminin AB müktesebatıyla uyumlu hâle getirilmesi için yürürlüğe konması gereken hukukî düzenlemeleri, idarî yapılanma ve fizikî altyapının tamamlanması için alınması gereken tedbirleri ve yatırım projelerini içermektedir” deniyor.
AB projesi, bugün çok sıkıcı, ruhsuz bir kurumsal, hantal yapı olarak tıkanmış kalmış olabilir.
Ancak, Türkiye için hâlâ çok şey ifade ediyor olmalı ki, 500 binden fazla Suriyeli mültecinin (ki sadece 200 bini kamplarda), bu ülkenin sınırları içinde yaşamlarını sürdürmeye çalışmasına rağmen, gene bu yasa AB’ye atıfla, AB normları çerçevesinde yapılabiliyor.
Hepsi insan hakları alanında müthiş sorunlu ülkelerin üyesi olduğu Şangay Beşlisi’nin, “diyalog ortağı”, “kaderdaşı” olmayı seçerken, sadece AKP değil, AB sayesinde de nereden nereye geldiğimizi anmakta yarar var.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap