- 18.10.2012 00:00
Eleştiri her zaman yapıcı olmalı mıdır?
Ben bu yazıyı yazarken Cambridge Üniversitesi’nden filozof Raymond Geuss, bu soruya karşılık olarak hayli incelikli, hayli meşakkatli bir felsefi yoldan ulaştığı yanıtı, Bilkent Üniversitesi’ndeki konferansında, kendince veriyor olacak.
Tesadüfen, ben de, kendi hayatımda, bu sorunun yanıtını tam da aynı zamanlarda, bu yazıyı yazarken vermek zorunda olacağım.
Yazılarımda, şimdiye değin, birçok şeye ilişkin memnuniyetsizliğimi ortaya koydum da; hiçbir eleştiri bireysel, alaycı veya yaralayıcı olmadı. Tersine, övmekten sonradan hicap duyduğum insanlarla ilgili haddinden fazla olumlu yazdığım oldu.
Anayasa Komisyonu Başkanı Burhan Kuzu’nun, Avrupa Birliği 2012 İlerleme Raporu’nu çöpe attığı görüntülerin etkisiyle, son dönemde, AKP’nin Avrupa politikasına yönelik tüm eleştirimi birden, tek kişiye yansıtarak, “Tarih bizim yanımızda değil” başlıklı yazımda sertçe yazdım.
Kuzu, beni arayınca da, hakkında yazdıklarım aklıma geldi ve sadece kaçmak, devekuşu gibi kuma gömülüp yanıt vermemek istedim.
Ben, Kuzu’ya, AKP’nin genel AB politikasına olan eleştirilerimin, kızgınlıklarımın bütünü nedeniyle, raporu çöpe atma tavrının ardından, iğnelerimi batırmış oldum. Daha onun sesini duyar duymaz da, eleştirimden ötürü, farklı siyasi görüşlerde olduğum bir insanı kırmış olduğuma üzüldüm.
Kuzu diyor ki, “Zavallı Obama derken, başkanlık sisteminin bir ‘tek adamlık’ rejimi demek olmadığını, Obama’nın başkanlık sisteminde bütçeyi bile geçirmek için ne denli sıkıntı çektiğini dile getirmeye çalışıyordum”. Evet, Kuzu’nun kastettiğini yanlış anlamışım; fakat, başkanlık sistemi ve Türkiye ile görüşlerim onunkinden farklı.
AB raporunun sembolik çöpe atılışıyla ilgiliyse Kuzu, bu raporun “gerçekten yanlı” ve “Güney Kıbrıs etkisiyle” yazılmış olduğu görüşünü savunuyor. Raporun adilliği konusunda fikren ayrılıyoruz; ama, Kuzu da, AB ile ilgili kendisinin çok çalıştığını ve emeği olduğunu, siyasi değil adil bir çıkış yaptığını dile getirmek istiyor.
Kuzu, beni aradığında okumakta olduğum Abdullah Cevdet ile ilgili makaleden hareketle, Cevdet’in 20. yüzyıl başında yaptığı ve İslam’ı temelden sorgulayan Avrupalı yazarların eserlerine verilen tepkilerin sertliğini, tarafların arasındaki tartışmanın nasıl tırmandığını düşünüyordum.
Mesela, Cevdet’in çevirdiği bir esere karşılık, 1910’da Midhat Cemal tarafından yazılan bir makalenin başlığı; “Rezil bir Eserin Müellif-i Meçhul ve Mel’ununa”.
Cevdet’in kendisinin, 1918’de, “Yara ve Tuz” adıyla yazdığı makalede, özetle dile getirdiği şu düşünceler; “Ah Türk!.. Bu kafayla Milletler Cemiyeti’ne katılamazsın... Bu yüzyılın adı, 20. yüzyıl. 13. yüzyılda yaşamıyorsun”.
Bugün de, Taraf’ın içinde, dışında, Türkiye’nin her yerinde, farklı siyasi görüşler yüzünden böyle sert tartışmalar yaşanıyor.
Açıkçası, Taraf da, sert muhalifliğiyle ortaya çıkan bir fikir gazetesi oldu. Ben, fildişi kulesinden, “Kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi. Kâh inerim yeryüzüne...” şeklinde, çok ölçülü eleştiriler yaparak, gözlerden uzak kalmayı seçen bir tarzı benimsedim. Bu aynı zamanda, “kaçak olmayı seçmekti”.
Ama Taraf’ın kendisi bir gazete olarak hiç böyle olmadı, yolunu baştan böyle seçti.
Şimdi de, “muhalif gazetecilik” yapıyor diye Taraf’ı eleştirmek doğru değil.
Gazeteciliğin “doğrusu” nedir ayrı bir tartışma; ancak Taraf’ı, “muhalif” olduğu için eleştiremeyiz. Çünkü Taraf değişmedi. Değişen, yola çıktığından beri, bu gazeteye yazanların görüşleri oldu.
Fakat, şu da önemli; anlaşmak zorunda değiliz, ama nasıl çatıştığımız önemli.
Geuss, aynı zamanda, bir şair. Onun değil, ama onun da bir yazısında alıntıladığı, 17. yüzyılda yaşamış Alman bir din adamı ve şair, mistisizme meraklı Angelus Silesius’un şu dizeleri, hesapsız kitapsız şeylerin güzelliğini anlatıyor. Arjantinli şair, yazar Jorge Luis Borges de, şiirin apansız güzelliğini anlatmak için bu dizelerden alıntı yapmış;
Die Ros’ is ohn’ Warum; sie blühet weil sie blühet.
Sie acht’ nicht ihrer selbst, fragt nicht ob man sie siehet.
“Gül, bir ‘nedeni’ yoktur; açtığı için açar.
Kendisinin farkında bile değildir, görülüp görülmediğinin de...”
Eleştiriler de, dikenlerine rağmen, güller gibi olmalı sanırım. Dile gelmek zorunda olduğundan, “açılıvermeliler”. Göze batmak, göz çıkarmak, ses getirmek, gündeme gelmek için değil... Güller gibi de, güzel bir yanları olmalı; bakanı baktığına pişman etmeden düşündürerek.
Türkiye’de, eleştiri güllerinin daha az dikenli hâle gelmesinden de önemli olan, görüşlerini dile getirmenin yollarının dikensiz hâle gelmesi ki, eleştiriler can yakmak için değil sadece dile gelmek için olabilsin.
İki eleştiri de kendime; biri, benim de, kızgınlıkla yazarak can yakmaya kastetmem, Burhan Kuzu’ya yaptığım gibi.
İkincisi de, geçen yazıda, Condorcet’nin adını, Concordet diye yazıp durmuşum. Bahsettiğim yazılarının bir kısmını, hapsedilmiş ve idamı beklediği hâlde, insanlık için büyük bir umutla yazan, 18. yüzyılın filozof ve matematikçisi Marquis de Condorcet’den ve okuyuculardan özür dilerim.
Bu hatama dikkat çeken Hayrettin Uygur’a çok teşekkürler, ilgisi ve eleştirisinden ötürü!
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap