- 18.09.2012 00:00
Bazen sonbaharda, ağaçların arasında yürürken, sararan yapraklar bir yağmur gibi üzerinize yağar.
Sararan yapraklar, bir rüzgârla, hafif bir esintiyle bile üzerinize kar gibi, yağmur gibi dökülür.
Bu yazın kendisi biraz öyle geçti gibi geldi bana. Sanki bu yaz, artarda, gencecik insanlar, dallardan kopup gittiler.
Şimdi de, gene bir tartışma, köşelerden sürdürülüp duruyor.
ETA-PKK benzerlikleri ve Kürt Sorunu’nun İspanya örnek alınarak çözülüp çözülemeyeceği.
Bu sorunun yanıtı gayet basit aslında; hiç öyle derin PKK-ETA karşılaştırmalarına girmeye gerek yok detay detay.
Türkiye, kendi içindeki bir topluluğun, Bask halkı örneğinde olduğu gibi, etnik kökenleri ve anadiline dayalı keskin bir milliyetçiliğin ifadesini kabullenebilir mi?
İspanya örneği de, aslında, bu soru değil de, Bask Sorunu ve ETA’yla alakalı bir sürü başka konu ve ayrıntı üzerinden tartışıldığı için, yanlış anlaşılıyor.
Franco döneminde ETA’ya, ülke genelindeki demokrasi mücadelesinin bir parçası olarak algılandığı için İspanya’da, kimi çevrelerce, sempatiyle bakılıyordu. 1973’te ETA tarafından Madrid’de gerçekleştirilen, Franco’nun yerine geçecek kişi olarak gösterilen Amiral Luis Carrero Blanco’nun öldürüldüğü suikast mesela, İspanya genelinde kimi çevrelerce, demokrasiye geçişin önemli bir adımı olarak nitelenir.
Ancak zaman içinde ETA eylemleri sivillerin de ölümüne neden olmaya başlayınca, ülke genelinde (her ne sempati veya anlayıştan bahsedebilirsek) nefret edilen bir örgüte dönüştü.
Tabii, bir Avrupa Birliği üyesi olarak İspanya’da, şiddete olan dayanıklılık eşiğinin düşüklüğü de, ETA’ya yönelik reddin hem Bask ülkesi, hem de İspanya genelinde çok daha çabuk dile getirilir olmasına neden oldu. Türkiye’de, her gün insanlar ölüyor; sadece Kürt Sorunu nedeniyle değil, bir sürü farklı şiddet olayı nedeniyle. Bu nedenle de şiddet adeta yaşamın bir parçası. “Bunalarak katlanma”, “sürdürülebilir sefalet/ debelenme” hâlleri, Türkiye’de birçok şeyden şikâyet edilip de sonuç alınacak dirayette siyasi adımlar atılamaması “sayesinde” sürüp sürüp gidiyor.
Bugün, İspanya’da, birçok insanla, Bask Sorunu’nu ya da ETA üyesi veya destekçisi siyasi mahkûmların, çok çok hasta olsalar bile, serbest bırakılması konusunu tartışmak dahi mümkün değil. Ki, siyasi mahkûmlar arasında, ETA’nın silah bırakmasına neden olan, örgütün bir zamanlar kilit isimlerinden kişiler de var. Diğer bir deyişle, “barışı” eğer silahların susması olarak nitelersek, bunu mümkün kılan kişilerden bazıları hâlâ siyasi mahkûm konumunda.
Ancak, Bask milliyetçiliği, hiçbir engelle karşılaşmadan, tüm sembolleriyle, şiddet dışında akla gelebilecek tüm ifade biçimleriyle dışa vura vura yaşanıyor. Ve giderek de güçleniyor. Her seçimde, her kamuoyu araştırmasının sonucunda ortaya çıkan gerçek bu.
1,5 milyon Katalanın eylül başında, sokağa dökülüp bağıra bağıra bağımsızlık istemesi konusunu da hatırlayalım.
Evet, bugün iktidardaki merkez sağ Partido Popular (PP- Halk Partisi) için, “İspanya, bugün aşırı sağın yükselmediği sayılı AB ülkelerindense, bunun sebebi PP’nın zaten aşırı sağ olması” esprisi yapılıyor. İspanya Anayasa Mahkemesi, “Katalanlar, bir ulus teşkil ediyor mu” diye 1,5 yıl tartışarak zaman harcayabiliyor.
Ama artık, Baskların, benim Kürt milliyetçiliği ile karşılaştıramayacağım oranda keskin bulduğum milliyetçiliklerini açıkça yaşamak için ETA’ya ihtiyaçları yok. Tersine, ETA sadece bunun engeli hâline geldiği için, örgüte olan destek giderek düştü.
Türkiye’de ve çevreleyen bölgesinde, Kürt milliyetçiliği artık yok edilemez veya asimile edilemez bir gerçek. Türkiye devleti ve Türk milliyetçilerinin bakış açısıyla söylersek, “Pandora’nın Kutusu” açıldı ve bir daha kapanmayacak.
Kürt milliyetçiliği, “ulusal gururu” PKK olmadan nasıl yaşayabilir; siyasi ifadesini bulabilir; artık çözüm bu soruda gizli.
Milliyetçiliğin hiçbir türünü benimsiyor değilim ama bir siyasi gerçek olduğu da yadsınamaz.
Mesela Danimarka’nın milliyetçiliğini ele alalım; bir mühendis olan babamın işleri dolayısıyla ilk tanıdığım Avrupa ülkesini. O zamanlar, açıklığın, demokrasi ve eşitliğin ülkesiydi. Bugünse, aşırı sağın, geleneksel politikaları felç ettiği, tırmanan milliyetçilik ve muhafazakârlık nedeniyle toplumsal sorunları kangrenleşen bir yer.
Danimarka’nın “sınırlamaları”, Avrupa’da “sınırsızlığın” simgesi sayılan Schengen Anlaşması’nı da tehlikeye atıyor.
Geçen bahar, Danimarka’da merkez sağ hükümet aşırı sağ Halk Partisi’nin desteğiyle, sınırlarda denetimler başlatmıştı. Bu, ayan beyan Schengen Anlaşması’nın bir ihlali olsa da, hukuki bakımdan bin takla atarak, “meşru olduğu” iddia edilmişti. Hükümet değişikliği yaşanmasının ardından, Ekim 2011’de, sola meyilli Başbakan Helle Thorning-Schmidt, “bu kontrollerin bir hata olduğunu” söylemiş ve durdurulması talimatını vermişti.
Şimdi, sınırda değil ama Danimarka’nın 10 kilometre içinde, polis arabaları birer birer duruyor; kimlik kontrolü yapıyor. “Polonya’dan akan suçun durdurulması için”...
“Uysal Danimarka vatanseverliğinin” Schengen Anlaşması’nı tehlikeye atan “dışlayıcı dışavurumlarını” düşününce, Katalan Ulusal Bayramı 11 eylülde, Barselona’da hayatın durması, şehrin sarı-kırmızıya boğulması, çok da “dayanılmaz” bir örnek değil.
oneysezin@hotmail.com
Yorum Yap