- 15.01.2015 00:00
Charlie Hebdo, 7 Ocak 2015 tarihli saldırıdan önce Türkiye’de pek bilinen bir dergi değildi. Şimdi ise, herkes (siyasi meşrebine göre) dergiyi “İslam karşıtı” ya da “özgürlük sembolü” bir yayın olarak algılama eğiliminde. Bu algılar, lisan bariyeri nedeniyle belki de hep bu çerçevede kalacak ve dergi hep bu saldırı ekseninde hatırlanacak.
Halbuki Charlie Hebdo bu dar çerçevelere sıkıştırılabilecek bir dergi değil. Ancak bunu fark edebilmek için öncelikle (1) Batıyı, daha spesifik olarak da (2) Fransız tarih ve geleneğini, ve (3) Charlie Hebdo‘nun editoryal tercihlerinin dayandığı siyasi arkaplanı daha yakından tanımak gerekli. (Akın Özçer’in 8 Ocak 2015 tarihli Serbestiyet yazısı, bu uzun yolculuk için iyi bir kısa başlangıç olabilir.)
Charlie Hebdo için pek çok şey söylenebilir… Ancak bu dergi, (Türkiye standartları ile değerlendirildiğinde dahi) bugünlerde abartıldığı kadar sıradışı bir yayın değil. Hatta, derginin militarizm eleştiri ve tasvirlerinin, Türkiye’de TSK’ya mesafeli olan geniş kesimlerin epey hoşuna gidecek türden olduğu bile söylenebilir. Bu konuda somut bir örnek de verebilirim: 2010 yılında piyasaya çıkan kitabımın kapağında, (Charlie Hebdo‘nun öncülü olan) Hara-Kiri‘nin Şubat 1974 sayısındaki kapağı kullanmış ve ekseriyetle olumlu tepkiler almıştım.
Buna benzer başka örnekler de bulmak da mümkün. Ancak bu noktadan sonra bu gibi “detay”lar herhalde çok önemli değil. Zira, Charlie Hebdo imgesi, geçtiğimiz günlerde Türkiye’deki asırlık çekişmelerin ifade bulduğu söylemler çerçevesinde yeniden kurgulandı. Dolayısıyla da, dergi daha epey bir zaman bu yapay kurgular çerçevesinde algılanacak gibi duruyor.
Katliama verilen komplocu tepkiler
Türkiye’de katliama verilen ilk tepkiler, olayın bir komplo olduğu yönündeydi. Gerçi Türkiye’nin ezici çoğunluğuna göre dünyada zaten komplo içermeyen herhangi bir hadise gerçekleşmiyor. Her olay perde arkasındaki “birileri”nin eseri, ve her işin içinde başka bir iş var. Ve tabii asıl amaç hep Türkleri (ya da müslümanları) bir şekilde “zayıf düşürmek” ya da en azından “kötü göstermeye çalışmak”! (Ortalıkta yeteri kadar utanç verici gerçeklik bulunmadığından olacak, “gizli güçler” müslümanlar hakkında olumsuz intibalar uyandırmak için sürekli yeni senaryolar üretip uygulamaya koyuyorlar!)
Siyasi hadiselerin perde arkasını komplo teorileri ile açıklamak, aklı başında insanların itibar ettiği, kabul edilebilir bir yöntem değil. Bu çerçevedeki açıklamalar, dünyada daha çok popüler seviyedeki okuyucuların (ve belki bir de formal bir eğitime ve ihtisasa sahip olmayan otodidaktların) ilgisini çekiyor. Türkiye ise, günümüz itibariyle tam bir entelektüel sefalet vakası durumunda. Zira, Türkiye’de değil medya yorumcuları, sosyal bilimciler dahi sıklıkla komplo teorilerine başvurabiliyorlar.
Türkiye özelindeki bir diğer sorun ise, öne sürülen komplo teorilerinin önemli bir kısmının asgari rasyonaliteden dahi yoksun olması. Örneğin, Türkiye’deki pek çok yorumcu, saldırıdan takriben yirmi dakika önce Charlie Hebdo‘nun resmi Twitter hesabından yapılan bir paylaşımın IŞİD lideri Ebu Bekir El-Bağdadi’yi konu etmiş olmasını önemli bir detay olarak gördü. Hatta, bu paylaşımdan hareketle, IŞİD’i Paris’in orta yerinde yirmi dakikada eylem koyabilen bir örgüt olarak nitelendirenler dahi oldu! Halbuki IŞİD’in “Paris bürosu”nda çalışanların ilgili tviti saniyesinde görmüş olduklarını dahi varsaysak, geriye kalan 19 dakika 59 saniye içinde (1) eylem kararı aldıklarını, (2) eylemin niteliği konusunda uzlaşıp hareket planlarını neticelendirdiklerini, ve sonra da (3) maskelerini, silahlarını ve arabalarını alıp dergi ofisinin bulunduğu yere vardıklarını ve (4) herhangi bir gözlemde bulunmadan derhal işe koyulduklarını iddia etmek herhalde pek gerçekçi olmaz.
Böyle ezbere yorumlar görünce insan ister istemez soruyor: Bu yorumcular için sınır nedir? Yani söz konusu tvit saldırıdan yirmi değil de on dakika önce atılmış olsa, buradan hareketle ilgili örgütün daha da eliçabuk ve maharetli olduğu sonucuna mı varacaktık? (Bu son derece tipik bir post-hoc-ergo-propter-hoc hatası. Yani: “Önce A, ardından da B hadisesi gerçekleşti. O halde, A hadisesi, B hadisesine sebep olmuş olmalı!”)
İlginç bulunan bir diğer vakıa ise, saldırıda hayatını kaybeden Charlie Hebdo editörüStéphane Charbonnier‘nin Ocak ayında Fransa’da bir saldırı yaşanabileceğini ima eden karikatürüydü. Charbonnier’nin “Fransa’da hâlâ bir saldırı yaşanmadı” başlığı altına çizdiği bu son karikatüründe, silahlı bir militan, “Bekleyin! Yeni yıl dileklerimizi iletmemiz için Ocak sonuna kadar vaktimiz var” diyordu.
Bazı insanlar, yeni yıl vesilesiyle çizilen bu karikatürü sadece acı bir tesadüf olarak görmek yerine, 7 Ocak katliamının bir habercisi olarak algıladılar. Bu ikinci ihtimal (her nasılsa) onlara daha makul geldi. Herhalde derginin editörünün, kendisinin ve arkadaşlarının katledileceği gizli bir planın içinde yer almasında da bir tuhaflık görmediler. Kim bilir, belki de yegane amacı müslümanları “kötü göstermek” olan bu karikatüristlerin böyle bir fedakarlığa hazır olduklarını düşünüyorlardır… Ancak Charlie Hebdo çizerlerinin müslümanları kötü göstermek için bir intihar eylemi tasarladıklarını (ve nedense bu gizli planı bir karikatürle önceden duyurduklarını) düşünmek, çok da sağlıklı çalışan bir zihne işaret etmiyor olsa gerek. (Bir de galiba roller biraz karıştırılıyor!)
Olaya dair ilk görüntülerin yayınlanmasıyla birlikte, üçüncü bir yaygın tepki ortaya çıktı: Yerdeki müslüman polisin öldürüldüğü sahneye şahit olanlar, saldırganların son derece profesyonel göründüklerini söylediler. Bu noktadan sonra, her şeyin bir komplo olduğu “gerçeği” onlar için daha da açık hale geldi. Hatta, saldırganların profesyonel görünmelerinden hareketle, müslüman olmadıkları sonucuna varanlar dahi oldu!
Başka örnekler de verilebilir… “Fransızlar”ın saldırganları önce kullanıp sonra öldürdüklerinden, olayı araştıran başkomiserin bir cinayete kurban gitmiş olmasına dek uzanan sonu gelmez yorumlar, “analiz”ler…
Bu şekilde düşünme eğilimi Türkiye’de acaba neden bu denli yaygın? Ya da, böyle şeyleri ciddi ciddi düşünüp paylaşabilen insanların ne kadarı, argümanlarının dayandığı varsayımların farkında? Mesela, Fransız devleti/hükümeti, kolaylıkla kontrolden çıkabilecek ve ülkenin toplumsal düzenini alt üst edebilecek olan bu denli tehlikeli bir işe neden kalkışsın? Diyelim ki kalkıştı, koskoca Fransız istihbaratı bir dergiye (sözgelimi) bomba koyabilmekten aciz mi ki, üç müslümanı makineli tüfeklerle oraya göndermek ve sonra da polisleri kullanarak onları öldürmeye çalışmak gibi tuhaf işlere kalkışsın? Diyelim ki bu kadarı da doğru! Fransa gibi bir yerde, polisin eylemcileri yakalama operasyonuna dahi doğrudan müdahil olmayı gerektiren bir planın gizli kalabilmesi mümkün olabilir mi?
Ya da, müslümanlar iyi derecede silah kullanamazlar mı? Dünyanın pek çok yerinde müslüman olan olmayan askerler ve teröristler var. Bu kişilerden müslüman olanların diğerlerine nazaran (her nasılsa) daha kötü silah kullandıklarına dair bir veri var mı elimizde? Şayet yok ise, bir saldırganın silahına olan hakimiyetinden hareketle böyle çıkarsamalarda bulunmak neden? Müslümanların hiçbir işi iyi yapamayacaklarını telkin eden bir eziklik duygusu mu insanları bu şekilde konuşturuyor? Öyle olduğunu bile kabul etsek, bir toplumun – yazarından profesörüne – bu denli düşünmeden konuşma alışkanlığı edinmiş olması başlı başına ürkütücü değil mi?
İslamofobi?
Charlie Hebdo Katliamı hakkında yapılan değerlendirmeler, ekseriyetle İslamofobi eksenli oldu. Böyle bir eylem sonrasında İslamofobinin (en azından kısa vadede) yükselişe geçeceğini düşünmek elbette makul. Dolayısıyla da, olayın muhtemel sonuçlarını değerlendirirken, İslamofobiye de yer vermek anlamlı; hatta gerekli. Ne var ki, Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakar kesim için konunun tek önemli yönü İslamofobi gibiydi. Hatta, saldırının akşamında gerçekleşen tartışma programları, doğrudan bu başlık altında yapıldı.
Böyle programlar (sözgelimi, geçtiğimiz günlerde İsveç’te) camilerin gece vakti kundaklanmasının ardından (yani müslümanlar saldırıya uğradığında) yapılsa, elbette uygun olur. Ancak müslüman aktörler zalim iken de, mazlum iken de İslamofobi programı yapmak, ciddi bir algı sorununa işaret ediyor. Farazi bir örnek üzerinden düşünelim:
Böyle bir tablo karşısında, ilgili yazarlar hakkında ne düşünürüz? Yazardan ziyade militan gibi konuştukları izlenimine kapılmaz mıyız? Hepsinden önemlisi, bu şekilde konuşan insanların, muhatapları ile etkili bir diyalog kurabilmeleri mümkün olur mu?
Gazeteler
Saldırının ardından atılan gazete manşetleri de, olan bitenin bir komplo olduğunu ilk günden hükme bağlamış gibiydi. Örneğin, Türkiye, 8 Ocak’ta, “Randevulu Saldırı” manşetiyle çıktı. Manşet, Charbonnier’nin yukarıdaki karikatüründen mülhemdi. Manşetin altındaki metinde, karikatürün (yanlış bir çeviriyle) Türkçeleştirilmiş bir versiyonu vardı. Gazete, ertesi gün ise, “Müslümanlar Hedefte” manşetiyle Avrupa’da yükselen İslamofobiye dikkat çekti.
Star, “Fransa’da Kirli Oyun” manşetiyle çıktı. Ertesi gün ise, Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez’in açıklamalarını öne çıkardı. Bir istihbaratçı gibi konuşan Görmez, “Bu Saldırı İslamadır” demiş ve şunları söylemişti: “İslami simgelerin aleni olarak bu eylemde kullanılmış olması bir algı manipülasyonudur. Algı mühendisleri, katillere dinimizin simgelerini telaffuz ettirerek Müslümanların değil Batı’nın aklıyla da alay ediyor. Dinler ve medeniyetler arası çatışmaların oluşmasına yönelik bir çaba var. … İslamofobinin nefrete ve düşmanlığa dönüşerek yaygınlık kazandığı bugünlerde böyle bir eylemin gerçekleşmesi manidar.”
Akit‘in yorumu da Mehmet Görmezinki ile aynı doğrultudaydı. Ancak gazete daha doğrudan bir üslubu tercih etmişti: “Saldırının Faili Batı“. Yani, “Biz Yapmadık, Onlar Yaptı”.
Bazı gazeteler, hayatını kaybeden karikatüristlerin fotoğraflarını da yayınladılar. Ancak ortada gerek dergi gerekse hayatını kaybeden karikatüristler hakkında dişe dokunur herhangi bir objektif bilgi yoktu. Olumsuz yorumlara rastlamak ise zor değildi. Örneğin,Yeni Şafak, Charlie Hebdo‘nun her sayısının nefret dolu olduğunu belirtiyor ve derginin “2012’de Peygamberimiz’e hakaret eden karikatürler yayınla”dığını hatırlatıyordu. Ancak, gerek Yeni Şafak, gerekse hadiseye İslamofobi nazarından bakan diğer gazeteler, katliamın insani boyutunu tamamen atlamış gibilerdi.
Sonsöz
Biz, aklını yitirmiş, hasta bir toplumuz. Kendimiz dışındaki herkesi hasta zannetmemiz biraz da bundan. En olmadık devletleri kendimizinki gibi “derin” ve ekstra-legal addediyor, ve hiç tanımadığımız toplumlarda yaşayan insanları dahi iyi-kötü ayrımı yapma ihtiyacı hissetmeden nefretle anıyoruz. Aradan onyıllar geçse de, hastalığımız düzelmiyor. Çünkü, hastalığımızın ne denli ilerlemiş olduğunu takdir etmek bir yana, hasta olduğumuzu farketmekten dahi aciziz. Aksine, bütün hastalıkların dahildeki ve hariçteki “düşman”larımızdan neşet ettiğini düşünüyoruz.
[Pazar günü devam edeceğim.]
Yorum Yap