- 25.11.2013 00:00
Bugünlerde sıklıkla dile getirilen bir argümana göre, dershaneler, eğitim sistemindeki problemlerin sebebi değil, sonucu. Dolayısıyla da, dershaneleri değil, dershanelere olan ihtiyacı ortadan kaldırmak gerekli.
Bu argüman ne kadar anlamlı? Ya da, eğitim sistemindeki problemleri çözmek suretiyle dershanelere olan ihtiyacı ortadan kaldırmak gerçekten mümkün mü?
Rekabetin vazgeçilmezliği ve güzelliği
Dershanelere olan ihtiyacı ortadan kaldırma adına yapılan en yaygın tekliflerden biri, daha fazla üniversite açmak. Peki bu bir çözüm mü? Mevcut üniversitelerin zaten kaliteli bir eğitim veremedikleri ve bu kurumlara yeni yüksek liseler eklemenin seviyeyi daha da düşüreceği gibi gerçekleri bir kenara bırakarak şu soruyu soralım: Yeni üniversiteler açarak açıkta kalan öğrenci sayısını azaltmak, dershanelere olan ihtiyacı da gerçekten azaltır mı? Bu soruya “Evet” cevabı verebilmek zor. Zira öğrenciler sadece bir üniversiteye girmek değil, aynı zamanda olabildiğince iyi bir üniversiteden mezun olmak istiyorlar. Hal-i hazırda 100.000 civarında üniversite kontenjanının zaten boş kalıyor olması, bu doğal isteğin bir sonucu. O halde, daha fazla üniversite açarak rekabetin ortadan kaldırabileceği neye dayanarak iddia ediliyor?
Kaldı ki, devletin herkesi üniversiteye sokmak (ve hele hele herkesi iyi bir üniversiteye sokmak) gibi bir görevi yok – ve olmamalı. Harvard’a ya da Boğaziçi’ne gitmek, hiç kimse için doğuştan gelen bir hak değil. Hatta, belki kulağa hoş gelmeyecek ama, hiç kimsenin üniversite (hatta lise) mezunu olmak gibi bir doğal hakkı da yok. Dahası, en fazla istikbal va’deden öğrencilerin en iyi üniversitelere gitmeleri başarıyı azaltmaz, artırır. Böyle bir sistem, bireysel bazda daha adaletli olduğu gibi, toplumsal alanda da (ilgili branşlarda verilen eğitimin verimliliğini ve başarısını artırması itibariyle) daha iyi sonuçlar verir. Özetle, rekabet doğaldır, vazgeçilmezdir ve – işin bu kısmından herkes hazzetmese de – adildir.
Merkezi sınav sisteminin adaleti
Dershanelere olan ihtiyacı azaltacağı ya da ortadan kaldıracağı iddia edilen bir diğer uygulama da, okul notlarını dikkate alarak yerleştirme yapmak. Ne var ki, bu iddia da, (tıpkı diğerleri gibi) üzerinde pek düşünülmeden öne sürülen bir ezber durumunda. Her şeyden önce, sınav puanı yerine okul notlarını esas almak, rekabeti ortadan kaldırmaz; sadece rekabetin alanını değiştirir. Dolayısıyla da, böyle bir uygulamaya gidilmesi durumunda dershaneler derhal öğrencilere bu yeni rekabet alanında hizmet verecek şekilde kendilerini yenilerler. (Arkasına devleti almayan hemen her özel işletme – devletin hantal kurumlarının aksine – verimli olduğu, reel bir ihtiyaca cevap verdiği, yani gerçekten bir işe yaradığı için halen piyasadadır.)
Dahası, böyle bir sistem, dershanelere olan ihtiyacı azaltmaz, artırır. Zira, bu sistemde lise eğitiminin dört senesinin dördü de mühim hale gelir ve her öğrenci, lise eğitiminin birinci senesinden itibaren (ve muhtemelen daha fazla sayıda derse takviye için) dershaneye gitme ihtiyacında olur.
Kaldı ki, okul notlarını esas almanın daha adaletli olacağını iddia etmek de zordur. Zira, A okulunda yapılan bir sınavdan alınan 85 puan ile B okulundaki 85 puan (bu konuda yapılan kimi matematiksel düzeltmelere rağmen) birbirine eşit değildir. Sorular farklıdır, öğretmenler farklıdır, öğrenci seviyesi farklıdır, öğrencilerden beklenen başarı seviyesi farklıdır; özetle, hemen herşey farklıdır… Herhangi bir standardizasyon mümkün değildir. Böyle bir sistemde, suistimalin önünü almak da mümkün olmaz. Bütün bunlara karşılık, merkezi bir üniversite sınavı mükemmele yakın bir standardizasyona sahiptir ve dolayısıyla çok daha adaletlidir.Ortaöğretim
Başarı puanı
Standart sınavlar o kadar adaletlidir ki, Türkiye özelinde bu adaletin içine sokulan belki de tek adaletsizliğin (yine devlet eliyle yapılan sun’i bir müdahale olan) ortaöğretim başarı puanı olduğu söylenebilir. Bir düşünelim… Bir öğrenci son senesinde çok çalışarak açıklarını kapatmış olsun. Bu çabasından ötürü daha fazla soru çözmeyi başaran bir öğrencinin, sırf geçmiş yıllarda nisbeten başarısız olduğu için kendisinden daha az soru çözen birinin gerisinde kalması adaletli midir? Bir başka deyişle, daha az soru çözen bir öğrencinin üniversite sınavını kazanırken, ondan daha fazla soru çözen birinin açıkta kalmasının daha adaletli olacağı nasıl iddia edilebilir?
Kaldı ki, ortaöğretim başarı puanı, (yukarıda değindiğim) okul notlarının standart olmaması ile ilgili bütün sorunları da beraberinde getirdiğinden, sınavın eşitlikçi yapısını ve adaletini daha da fazla zedeler. Bu konudaki problemler (ve aynı doğrultudaki başka müdahaleler) nedeniyle, geçmişte çok sayıda fen lisesi ve anadolu lisesi öğrencisinin son sınıfı başarı düzeyi düşük bir lisede okuma yoluna gittiğini de bu noktada hatırlamak gerekli. Devlet, eşitlik namına, başarılı öğrencileri cezalandırma yoluna gittiğinde, bazı aileler böyle bir karşı hamlede bulunmuşlardı. Bunun için onları suçlamak da zor. Adaletsiz bir sistem kurarsanız, bazı insanların legal boşlukları değerlendirerek daha da fazla adaletsizliğe neden olmaları pekala mümkündür. Özetle, hiçbir müdahale/yapaylık içermeyen ve sadece beceriye odaklanan bir sistem, aynı zamanda en adaletli olandır.
Merkezi sınav sisteminin başarısı
Merkezi sınav sistemine getirilen en büyük eleştirilerden biri de, öğrencilerin kaderlerinin üç saatte belirleniyor olması. Ne var ki, pek çok benzeri iddia gibi, bu iddia da, münferid hadiselerin ötesinde herhangi bir veriye dayandırılmıyor. Türkiyeli öğrencilerinin üniversite sınavında aldıkları puanlarla müteakip başarılarını karşılaştıran sistemli çalışmalar var mıdır, bilmiyorum. Ama, bu iddiaları dile getirenlerin, ilgili argümanı destekleyen herhangi bir çalışmaya atıfta bulunduklarına bugüne dek şahit olmadım.
Standart sınavlar gerçekten standart dışı sonuçlar üretiyorlar mı? Örneğin, Muğla Üniversitesi’ni kazanan bir öğrencinin (sınava girdiği gün itibariyle) Boğaziçi Üniversitesi’ni kazanan bir öğrenciden daha nitelikli olmasına gerçekten de sıklıkla rastlanıyor mu? Elimizde bu yönde bir veri olmadan böyle bir şeye ikna olmamız zor.
Bu vesileyle aktarmış olayım: İstanbul’un başlıca üniversitelerinden birinde görev yapan bir profesör ahbabım var. Geçen sene, daha düşük bir puanla öğrenci alan bir özel üniversitede de ders vermeye başladı. Ancak, iki okulun öğrenci seviyesi arasındaki uçurumdan epey şikayetçi. Birkaç ay evvel birlikte yemek yerken, yıllarca öğrencilerin seviyesinin birkaç saatte tespit edilmesi düşüncesine şüpheyle baktığını, ama bu son tecrübesinin ardından artık farklı düşündüğünü ve sınav sistemine inandığını belirtti.
Bu noktada, test sisteminin devam etmesi ama sınavın bir seferde yapılmayıp lise yıllarına bölünmesi teklifini de belki kısaca değerlendirmek gerekli… Bu teklif, hem işlevsel değil, hem de adaletli olmaktan uzak. Zira, böyle bir sistemin, lise eğitiminin ilk iki yılında başarısız olan, ancak son iki yılda açığını kapatan öğrencileri mağdur etmesi kaçınılmaz. Dahası, bu sistem, ilk iki yılında dersleri iyi olmayan öğrencileri daha işin başında pes etmek zorunda bırakmaya müsait. Bir öğrencinin istikbalinin üç saatlik bir sınavda belirlenmemesi gerektiğini söyleyenler, öğrencileri geri dönüşü olmayan böyle bir yola sokmayı nasıl düşünebiliyorlar? Üniversite sınavı hiç olmazsa her sene yeniden yapılıyor. Bu sistemde öğrencilerin öyle bir şansı da yok.
Ayrıca, unutmamak gerekli ki, üniversite sınavı, mevcut haliyle, öğrencilerin üniversite birinci sınıfa başlamadan sadece birkaç ay önceki seviyelerini ölçüyor – ve bu sebepsiz değil. Yıllara bölünmüş sınav sistemi ise, üniversite arefesinde daha yüksek bir seviye kazanmış olan öğrencileri elerken, daha düşük seviyede olanları ödüllendirmeye müsait.
Son olarak, öğrenciyi üç sene önce aldığı puanlarla dahi bağlayan böyle bir sistem, sürecin sonunda üniversiteyi kazanamayan öğrenciler için nasıl işletilecek? (Bütün bu sorunları beraberinde getirecek olan böyle bir sistem, nasıl oluyor da bu denli yaygın bir şekilde savunulabiliyor? Belki de en büyük sorunumuz, düşünmeden konuşmak.)
Test sisteminin adaleti
Bir diğer eleştiri de, test sistemi ile ilgili. Bu eleştiriye göre, son derece teknik ve mekanize olan test sistemi, başarıyı ölçmekte yetersiz. Ne yazık ki, bu argüman da pek makul değil.
Türkiye’de güzel sanatlar gibi bölümler zaten özel yetenek sınavları ile öğrenci kabul ediyor. Peki, fizik, geometri ve Türkçe gibi alanlarda test sisteminin başarıyı sağlıklı bir şekilde ölçemeyeceğini düşünmek için ortada bir neden var mı? Dahası, bir soruyu belirli bir zaman dahilinde ve doğru bir şekilde çözmek (ya da yanlış sonuçları eleyerek doğru neticeye ulaşmaya çalışmak), sadece bilgi değil, verimli çalışabilme ve stratejik hareket edebilme gibi bir dizi beceriyi de gerektiriyor – ve bunlar kolaylıkla gözardı edilebilecek beceriler değil.
Yine de, bir an için bu gibi becerilerin, öğrencilerin seviyelerinin ölçülmesi ile ilgisiz olduğunu düşünelim… Bu neyi değiştirir? Bu gibi engelleri aşmaya hazırlanmak ve alışkın olunmayan mücadelelere adapte olmaya çalışmak, hayata hazırlığın son derece tipik örnekleri arasında değil mi? Test sistemi, bir insanın hayatı boyunca karşılaşacağı sayısız engelden sadece bir tanesi. Dahası, bu engeller arasında en adil olanlardan biri.
Bu konuda son olarak, test sistemine eleştiri getirenlerin makul bir alternatif sunmadıklarını (ve muhtemelen sunamayacaklarını) da belirtmek gerekli. Zira, öğrencilerden kompozisyon yazmalarını istemeyi herhalde hiç kimse düşünmüyordur. (Öğrencilerin de böyle bir şey isteyeceklerini zannetmiyorum.) Kaldı ki, bunun bir şekilde mümkün olduğunu bile düşünsek, notlandırmadaki standardizasyonu temin edebilmek mümkün mü? Ayrıca, böyle bir sistemin Türkçe dışındaki derslerde uygulanabilme ihtimali var mı?
Test sisteminin geliştirilmesi
Bütün bunlar, Türkiye’de uygulanmakta olan merkezi sınav sisteminin ideal olduğu anlamına gelmiyor. Test sisteminin yapısı itibariyle adil ve işlevsel olmasından hareketle, bu durumun her test için geçerli olduğu sonucuna varmak mümkün değil.
Üniversite sınavları, özellikle içerikleri itibariyle geliştirilmeye muhtaç – ve sınavların çok iyi hazırlandığını dahi varsaysak, bu konuda yapılabilecek geliştirmelerin sonu yok. Bu, çok geniş bir tartışma konusu. Ancak burada kısaca, sınavlarda (tıpkı Amerika Birleşik Devletleri’ndeki GMAT sınavı örneğinde olduğu gibi) eleştirel düşünceyi test eden sorulara daha fazla ağırlık vermenin, Türkiye’nin beşeri sermayesine yapılacak ciddi bir katkı olacağını söyleyebilirim. (Üniversite sınavları ve dershaneler konusunda yapılan mantık hataları ile dolu bunca değerlendirme dahi tek başına bu ihtiyacın bir göstergesi olarak kabul edilebilir!)
Mevcut sınavlardaki paragraf soruları, öğrencinin okuduğunu anlama seviyesini test etme konusunda son derece başarılı. Ancak, Türkiye’de bu sorular Türkçe dersi kategorisi altında algılanıyor ve o şekilde hazırlanıyor. Eleştirel düşünce ve mantık hataları ise, yapısal olarak farklı ve dolayısıyla müstakil olarak ele alınmak durumunda. Dahası, sözel ya da sayısal branşta eğitim alacak her öğrencinin lisanstan doktoraya kadar her seviyede bu önemli donanıma ihtiyacı var. (Bu konuyu müstakil bir yazıyla açacağım.)
Sonsöz
Test sistemi iyidir. Dershaneler de iyidir. İyi bir üniversiteye gitmek istiyorsanz, devleti ya da başkalarını suçlamakla vakit kaybetmeyin. Oturun dersinizi çalışın. Ve imkanınız varsa, özel dershanelerden (ya da kapatılmaları durumunda başka uzmanlardan) profesyonel yardım alın. Yukarıda örneklerini verdiğim türden masallar anlatanların size bir faydası olmaz.
[Bu konuya devam edeceğim.]
–––––
Fotoğraf: Syracuse Üniversitesi, New York (15 Haziran 2010, Serdar Kaya)
Yorum Yap